Her Söz Zehir Gibi Acı

 

  1. Tekona

Serin ilkbahar akşamlarından birisiydi. Yağmuru müjdeleyen bulutlar, son ışıklarını kente ulaştırmak için çabalayan güneşe neredeyse yaklaşarak kızıl ufkun etrafında gri bir perde oluşturmak üzereydi.

Rüzgâr esmeye başlayınca yatak odasının penceresini kapatarak okumaya kaldığım yerden devam etmek üzere tekrar yatağa uzanmıştım. Yataktan kalkarken kitabın arasına koyduğum gözlüğüm kayıp yastığın üzerine düştüğü için sayfaları tek tek çevirerek nerede kaldığımı aradım bir süre. Eski zamanlardan Japonların en küçük kızlarına kelebek anlamına da gelen Tekona adını verdiklerinden bahsediyordu okuduğum son cümlede. Kaldığım yeri bulduktan sonra esneyerek okumaya devam ettim.

Kelebekler hakkında en ilginç Japon inanışı, yaşayan bir kişinin ruhunun kelebek suretinde ortalıkta gezinebilmesidir. Bu inanıştan bir takım hoş kuruntular türemiştir – misafir odanıza bir kelebek girer ve bambu paravanın arkasına konarsa, en sevdiğiniz kişinin sizi görmeye gelmekte olduğu inancı gibi. Ancak, Japon inanışında kelebekler hayattaki bir kişinin ruhu olabileceği gibi ölü bir kişinin de ruhu olabilir. Aslına bakılırsa, ruhların bedenden nihai olarak ayrıldığını bildirmek için kelebek şekline bürünmesi âdettendir ve bu sebeple de eve giren kelebeklere nazik davranılmalıdır.

O esnada, uzaklardan gelen kuvvetli bir gök gürültüsü ile pencereler titredi ve kısa bir süre sonra tüm şehir karanlığa büründü. Elektrik kesilmişti. O akşama dair hatırladığım son detay, kitabı el yordamıyla gece lambasının yanına bırakıp gözlerimi kapatır kapatmaz uykuya dalmış olmamdı…

 

  1. Shibuya

Sabah uyandığımda bir yandan gözlerimi ovalarken bir yandan da baş ucumdaki gece lambasının yanında duran kaleme uzandım. Bir süredir elime almadığım küçük kareli defter komodinin üst çekmecesinde, bıraktığım köşede duruyordu.

Hızla aklıma gelen ne varsa yazmaya başladım. Yazdıkça daha fazlasını hatırlıyor ve kısa notlar halinde yazmaya devam ediyordum. Azıcık ara verirsem hafızamda halen tazeliğini koruyan pek çok detayı unutacağımdan emin olduğum için oldukça hızlı bir şekilde yazmam gerekiyordu.

Ne kadar çabalarsam çabalayayım, tıpkı kumsala yazılan ilk aşkın adını hain dalgaların kıskançlıkla silip yok etmesi gibi aklımda kalanların çoğu kâğıda aktaramadan hafızamdan siliniverdi.

Tüm detaylarıyla olmasa da, o gece sabaha yakın gördüğüm rüyanın önemli bir kısmını hatırlıyordum. Saate baktım, daha sekiz bile olmamıştı. Telefonu elime alıp “kanka uyanınca beni ara” diye mesaj attıktan sonra yatağa uzandım ve uzunca bir süre hiçbir şey düşünmeden öylece tavana baktım.

Sabahın köründe n’oldu ya?

Uykudan yeni uyandığı konuşurken esneyen sesinden rahatlıkla anlaşılıyordu.

Rüyamda seni gördüm kanka, görmedim aslında beni arıyordun… onu görmüşsün… heyecanla anlatıyordun.

Kısa bir sessizlikten sonra iç çekerek cevap verdi:

Anlat kanka, dinliyorum.

Japonya’daymışsın. Gecenin bir yarısında beni arayıp uyandırıyorsun ve “Kanka, inanmayacaksın ama Tokyo’nun en işlek caddesinde, yüzlerce Japon’un arasında onu karşıdan karşıya geçerken gördüm.” diyorsun. O olduğundan kesin eminmişsin, ama cadde o kadar kalabalıkmış ki yanına gidemeden bir anda gözden kaybolmuş. Giydiği elbiseye kadar tarif ettin hatta bana…

Kısa bir sessizlikten sonra “Acaba Japonya’ya…” diye tekrar söze başlamıştım ki, konuşmamı bölerek “Neredeyse bir yıl oldu artık kanka, biliyorum çok acı ama artık kabullenmen gerekiyor.” diye mırıldandı.

 

  1. Ebabil

Bundan tam bir yıl önceydi… Telefonda bana uzun bir seyahate çıkacağını söylediğinde onu şaşkınlıkla karşılamıştım.

Rüyamda her gece kırlangıca benzer küçük bir kuş görüyorum. Biraz araştırınca onun ebabil dedikleri kuş olduğunu fark ettim.

Fil ordusuna ateş topları atan kuş sürüsü değil miydi o?

Aynen… Eski çağlarda “Şeytanın Kuşu” olarak bilinen, ancak kutsal metinde tanrıya hizmet ettiği anlatılan seyyah bir kuş. Sürekli havada olduğu için pek çok kültürde onu görebilenler şanslı sayılıyormuş. Hatta bazı kültürlerde o kuşun geleceği görebildiğine inanılıyormuş ve rüyasına girdiği kişilere bir şeyler anlatmaya çalışıyor olabilirmiş.

Hadi ama, bunlara inandığını söylemeyeceksin değil mi!” diye sözünü kesmiştim.

Elbette psişik yeteneklerim olsa fena olmazdı.” diye gülümseyerek konuşmaya devam etmişti:

Kızılderililer bile bu kuşları ruhlar dünyasından haberciler olarak görüyormuş! Uzakdoğu’da ise şans ve güç getirdiğine inanılıyormuş. Neyse, tüm bunları bir kenara bırakıp sadede gelirsek… modern psikoloji açısından değerlendirildiğinde, bu kuşu rüyada görmenin bilinçaltından gelen değişim ve seyahate yönelik bir çağrışım olabileceğini fark ettim.

Bu kez gülümseyerek cevap verme sırası bana gelmişti:

Leylek değil miydi seyahat vakti geldiğini haber veren kuş?

Sen gül bakalım. Almanya biletimi aldım bile!

Şaka yapıyorsun!

Şaka yapmadığını anladıktan tam bir yıl sonra, telefonda bir başkasına rüyasını anlatanın ben olacağımı nereden bilebilirdim ki…

 

  1. Madonna delle Arpie

Oldukça küçük bir alana sıkıştırılan raflardan rastgele birkaç kitap seçip anlamsızca göz attıktan sonra yardım istemek için kasiyer kızın yanına doğru yürümeye başladım. Düşünceli bir yüz ifadesiyle telefonda konuşuyordu. Konuşmasını bölmemek için kasanın yanında duran indirim reyonundaki kitaplara bakmaya karar verdim.

Peki doktora sormadınız mı, yoğun bakımdan ne zaman çıkabileceğini?”

Sabahın bu saatinde henüz benden başka hiç kimsenin bulunmadığı o mağazada varlığımı fark etmeden telefonda konuşmaya devam ediyordu. Konuşmasını bölmemek için gazete ve dergilerin bulunduğu köşede bir süre dergileri karıştırdıktan sonra kasaya doğru baktım. Özensizce taradığı düz siyah saçları omuzlarına kadar inen genç kız telefonla konuşmayı nihayet bırakarak önünde duran kitapları tezgâha yerleştirmeye başlamıştı.

Affedersiniz” diyerek yanına yaklaştım.

Uçakta okumak için bir kitap arıyorum…

Kısa bir süre beni baştan aşağı süzdükten sonra sözlerimi bitirmeme fırsat vermeden sordu:

Tarih ya da felsefe kitaplarından hoşlanır mısınız?

Roman olmasını tercih ederim.

Klasiklerle aranız nasıl peki?” diye sorarken gömleğimin cebindeki pasaportun arasından dışarı taşan uçuş kartına dikkatle baktığını fark ettim.

Rus edebiyatı olmasın da!” diye cevap verdim yapmacık bir tebessüm ile ve ekledim:

Mümkünse uçuş bitene kadar beni oyalasın yeter.

Elindeki kitaplardan en incesini seçerek uzattı:

Kürk Mantolu Madonna’yı okumuş muydunuz?

 

  1. Berlin

Uçak neredeyse tamamen dolmuş olmasına rağmen yanımdaki koltuğa henüz hiç kimse oturmamıştı. Kapağında beyaz bir başörtüsünü kızıl saçlarına dolayan Meryem Ana figürü bulunan kitabı az önce yerleştirdiğim ön koltuğun cebinden çıkararak sayfalarını çevirmeye başladım.

O esnada birisi yanımda durarak küçük valizini baş üstü dolaba yerleştirmeye çalıştı. Dolaba önceden yerleştirilen valizlerden dolayı yer bulamayınca yanından geçen hostesle Almanca bir şeyler konuşarak yardım isteyen 80 yaşlarındaki adam elindeki bastonu kenara bırakıp koltuğuna oturmak üzere eğildiğinde yüz yüze geldik.

Özenle geriye doğru taradığı gri saçları ve yuvarlak gözlüğünün altından parıldayan kahverengi gözlerine baktığınızda bir Alman olduğunu söylemeniz oldukça zordu. Hatta, krem rengi gömleğinin üzerinden uzanan pantolon askıları ile uyum içinde duran kırmızı papyonu da olmasa yanıma oturanın bir yabancı olduğunu dahi düşünemezdim.

Merhaba” dedi yanıma otururken gülümseyerek ve “İyi yolculuklar” diye ekledi.

Merhaba, Türkçe’yi çok güzel konuşuyorsunuz.” diye cevap verdim.

Gülümsemekle yetindi. Uçak hareket edene kadar başka hiçbir şey konuşmadık. Elimdeki kitabı okumaya başlamıştım. Bir an beni izlediğini fark edip ona doğru döndüm. Göz göze geldiğimizde dalgın bir şekilde elimdeki kitaba baktığını fark ettim. Suçluluk hissiyle hemen kafasını kaldırıp Almanca özür diledikten sonra Türkçesinin iyi olmadığını ekleyerek Almanca bilip bilmediğimi sordu. Kendimi ifade edebilecek kadar bildiğimi söyledim.

Berlin’e turist olarak mı gittiğimi sordu ardından.

Kardeşimi aramak için gidiyorum.” diye cevap verdim.

Almancam yetersiz olduğu için ziyaret sebebimi hatalı ifade ettiğimi düşünerek kibarca:

Kardeşini ziyaret edeceksin demek, ne güzel!” diye toparlamak istedi.

Hayır!” diye cevap verdim. “Kardeşime bir yıldır ulaşamıyoruz, en son Berlin’e gitmişti. Onu bulmak için gidiyorum…

 

  1. Sükût

Sükût, kelimelerin anlamını yitirdiği anlarda söylenemeyenlerin suhuletle aktarılmasını sağlayan eşsiz bir hasbihâl türüdür diye okumuştum bir kitapta. Neden Berlin’e gittiğimi soğukkanlılıkla ifade etmem yanımda oturan Alman’ı şaşırtmış, söyleyecek tek kelime bulamayınca başını öne eğmiş ve susmayı tercih etmişti.

Oysa ben meraklı gözlerle bana bakarak neler olduğunu soracağından emindim sözlerime başladığımda. Ondan tepki gelmeyince bir kez daha elimdeki kitaba döndüm ve kapağındaki resmi incelemeye başladım. Ellerinde haç ve kitap bulunan iki azizin arasında kucağında bebeği ile bir kaide üzerinde duran Meryem Ana’nın ayaklarına kanatlı küçük meleklerin sıkıca sarılmış olarak tasvir edildiği bu resmin ne anlattığı hakkında hiçbir fikrim yoktu.

Madonna delle Arpie” diye söze başladı yanımdaki Alman, işaret parmağı ile kapaktaki resme hafifçe dokunarak. Sakin bir ses tonuyla konuşuyordu.

 “1517 yılında Andrea del Sarto tarafından çizilen önemli bir eser.

Teşekkür ettiğimi gösterir şekilde başımı sallamakla yetindim.

Umarım kardeşinizi bir an önce bulursunuz ve kim bilir belki oradan Floransa’ya bile geçebilirsiniz bu değerli eseri sergilendiği müzede tüm muazzam haliyle görebilmek için…

O an doğrudan söyleyemese bile konuşmaya devam etmemi istediğini fark ettim.

Çok araştırdık ama ondan hiç haber alamadık. Elçilik yetkililerine başvurduk. Bir gün aradılar ve yaptıkları araştırma sonucunda aylar önce Berlin’de küçük bir otelde çıkan yangında ölenler arasında kimliği tespit edilemeyip kimsesizler mezarlığına gömülen kişinin o olabileceğini düşündüklerini söylediler. Ama ben ölenin o olduğuna inanmıyorum. Otel tamamen kül olmuş, ama oralara gidersem onu tanıyan birilerini bulacağıma eminim.

Hayat öyle bir şeydir ki, bazen kaybedince kazanırsın, bazen de tam tersi… bulup da kaybetmek hiç bulamamaktan çok daha kötüdür delikanlı.

Umarım öyle değildir.” diye mırıldandım.

Emin ol öyle!” diye ısrarla sözünü sürdürdü:

Daha önce hiç kimseye anlatmadığım bir sırrı ilk kez seninle paylaşmak istiyorum…

 

  1. Ölümün Tatlı Öpücüğü

Kahramanlar değişir, olaylar değişir, zamanlar, değişir, mekânlar değişir… ama aslında gerçek hayatta öyküler hep mutsuz biter. Bu gerçeği hiçbir zaman aklından çıkarmazsan hayata daha farklı bakacağına eminim genç adam!” diye söze başladı.

Pür dikkat onu dinliyordum.

Yıllar önce Frank Hayes adında mesleğinde başarılı bir seyis daha önce hiçbir tecrübesi olmamasına rağmen jokey olmaya karar vermiş. İlk yarış başarısızlıkla sonuçlanınca ikinci yarış gününün sabahında “Sweet Kiss” yani Tatlı Öpücük isimli atına daha az ağırlık bindirerek süratini arttırabilmek amacıyla güneşin altında saatlerce egzersiz yaparak öğleden sonraki yarışlara hazırlanmış. Yarışın son metrelerine doğru Hayes’i yelesinden öpercesine atına sarılmış bir biçimde hareketsiz gören izleyiciler, onun atı hızlandırmak için yeni bir yöntem denediğini düşünmüşler. Hayes’in yarış esnasında kalp krizinden ölmüş olduğu ise yarışı birinci bitiren atının durmasının hemen ardından üzerinden düşünce anlaşılmış. O yarış hem Hayes’in, hem de atının ilk ve son birincilikleri olmuş. O günden sonra tekrar pistlere çıkarılmayan atın adı “Sweet Kiss of Death” yani Ölümün Tatlı Öpücüğü olarak anılmaya başlanmış.

Bana anlatacağınız sırrınız bu değildir sanırım, değil mi?” diye sordum, bir anlık duraklamasını fırsat bilerek.

Acele etme genç dostum, daha yolumuz uzun.” diye cevap verdi gülümseyerek.

Bazen Hayes gibi arzularına kavuştuğunda artık çok geç olmuştur. Bazen ise bunda altı yüzyıl önce Madame de Prie’in yaptığı gibi arzularına asla kavuşamayacağını anladığında ölümün tatlı öpücüğünden medet umarsın. Ancak Madame de Prie bile küçük porselen şişeye kondurduğu tatlı öpücük sayesinde kolayca kavuşabileceğini sandığı doğaüstü mutluluğa oldukça acı bir şekilde kavuşabilmiştir… ona kavuşmak denirse tabii!

Birkaç saniye duraksadıktan sonra:

Özetle sevgili dostum, bu hayatta arzuladığın şeylere kavuşmak zaman ister, çaba ister, fedakârlık ister. Buna rağmen, arzularına er ya da geç kavuşacağının garantisini de vermez hayat sana.

 

  1. Her Söz Zehir Gibi Acı

Annemi hiç görmedim, çünkü beni doğururken ölmüş. Beni yakınlarım büyüttü. Babamın adını bile bilmiyordum çünkü onu yakınlarım da tanımıyordu. 15 yaşıma geldiğimde beni yatılı okula gönderirken elime bir de kutu verdiler. Kutuda annem öldükten sonra ona gelen, hiç açılmamış mektuplar vardı.

Okula gitmek üzere bindirdikleri trende tüm zarfları tek tek açarak okudum. Mektuplar Türkiye’den geliyordu ve gönderen hiç tanımadığım babamdı. Mektuplardan anladığım kadarıyla kısa bir süre sonra dönme sözü vererek Almanya’dan ayrılmış olmasına rağmen bir türlü geri dönmesi mümkün olmamıştı. Annemin hamile olduğunu ve doğum yaparken öldüğünü bilmediği için her mektubunda yazdığı mektuplara neden dönmediğini soruyor, son mektubundaki sürprizin ne olduğunu merak ettiğinden bahsediyor, Almanya’ya dönememe sebeplerini uzun uzun açıklıyordu. Mektupların tarihlerine baktığımda zamanla sıklığın azaldığını ve bir süre sonra da tamamen kesildiğini gördüm.

Okula yerleşir yerleşmez ilk işim hiç tanımadığım babamın zarflardaki adresine bir mektup göndermek oldu. Aylarca cevap beklememe rağmen mektubuma cevap alamadım. Belki de ölmüş ya da taşınmış olabilirdi. Sonraki mektuplarımda, zarfın üzerine ona ulaşılamazsa yakınlarına teslim edilmesini rica eden bir not bile ekledim. Ancak dönüş olmadı maalesef…

Yutkundu, bir yudum su içtikten sonra anlatmaya devam etti:

İki yıl kadar sonra, bana yurtdışından bir mektup geldiğini söylediklerinde yaşadığım heyecanı anlatamam! Üzerinde bir sürü damga olan bir zarftı. Hemen açtım. Babamdan geliyordu! Hapiste olduğunu, çıkar çıkmaz bir yolunu bulup yanıma geleceğini yazıyordu. Nasıl sevinmiştim. Annemin doğum yaparken öldüğü haberini tesadüfen Türkiye’ye gelen bir yakınından öğrendiğini, ancak bana nasıl ulaşacağını bilemediği için bugüne kadar elinden hiçbir şey gelmediğini yazıyordu mektubunda. Türkiye’ye döndükten sonra yazarlığa başladığını, hatta anneme olan aşkını bir kitap olarak kaleme aldığını, onu asla unutamadığını ve daha bir sürü şeyi yazmıştı samimi bir dille mektubuna…

Sustu… “Döndü mü peki?” diye sordum, kısık bir ses tonuyla.

Dönmedi, tıpkı annem gibi ben de en az bir yıl bekledim döneceği günü… ama dönmedi! Ne zaman geleceğini sorduğum mektuplara dahi dönmedi. Çok üzgündüm. Tıpkı senin gibi bir gün ben de düştüm yollara. Acı haberi İstanbul’a gitmek üzere bindiğim trende öğrendim. Babamın ülkede meşhur bir yazar olduğunu, siyasi yazıları yüzünden kendisine sürekli davalar açıldığını ve bir gün gizlice ülkeyi terk etmeye çalışırken öldürüldüğünü anlattı yanımda oturan diğer yolcu… Cinayeti işleyen kişi itirafta bulunmuş ancak bulunan cesedin kimliği teşhis edilememiş. O yüzden ölmemiş olacağına dair söylentiler bile varmış…

İşte o günden sonra tıpkı senin kardeşini aradığın gibi ben de her yerde babamı aramaya başladım. Çünkü, benim için çıktığı yolda bir gün mutlaka ona kavuşacağıma inanıyordum… Artık yaşlandım, ona kavuşmama az kaldı, ama umarım sen kardeşine bu dünyada kavuşabilirsin genç adam!

13 Temmuz 2023

Ölümünün 75. yılında Sabahattin Ali’yi sevgiyle anıyoruz…

Prof. Dr. Mustafa Zihni TUNCA