Berzah

1.

Kulakları çınlatan şiddetli gök gürültüsünün ürkütücü sesiyle sıçrayarak gözlerini açıp bir süre anlamsızca tavana baktı. Karanlık odayı aydınlatan tek şey pencereden odanın duvarlarına süzülen dolunayın ışıltısından başka bir şey değildi. Daha önce hiç görmediği bu odada ne aradığını hatırlayamamanın verdiği şaşkınlıkla bir süre etrafına bakındı. Ardından ani bir hamle ile yataktan fırlayarak yarıya kadar aralık olan kapıya doğru yürüdü. Kapıyı açtığında uzunca bir koridorun tam ortasındaki bir odada olduğunu fark etti. Koridorun her iki ucunda da birer cam kapı vardı. Hiç düşünmeden sol taraftaki kapıya doğru koşmaya başladı.

Nerede olduğunu hatırlayamasa da, içinden bir ses ona bir an önce o binadan dışarı çıkması gerektiğini söylüyordu. Koşar adımlarla yaklaştığı koridorun sonundaki cam kapı sanki onu bekliyormuş gibi hafifçe itmesiyle açılıverdi. Karşısında duran merdivenlerin basamaklarını ikişer üçer atlayarak aşağı doğru koşmaya başladı.

Nihayet dış kapı tam karşısındaydı. Sokağa açılan demir parmaklıklı ahşap kapıyı tüm gücüyle iterek kendisini dışarı atıverdi. Ellerinden kurtulan kapı sert bir şekilde geri kapanırken, özgürlüğe kavuşmanın verdiği rahatlıkla kapının eşiğine oturup derin bir şekilde soluk alıp vermeye başladı. Yol boyunca dizili olan gece lambalarından süzülen loş ışıklar Arnavut kaldırımlı sokağı tüm ışıltısıyla aydınlatmaya yetiyordu.

Bir süre hiç kıpırdamadan etrafını izledikten sonra ani bir kararla yerinden doğrularak cadde boyunca koşmaya başladı. Serin bir geceydi. Neden koştuğunu kendisi bile bilmiyordu. Nerede olduğunu, hatta kim olduğunu dahi hatırlayamıyordu. Koştu, sadece koştu… Kalbinin yerinden fırlayacakmış gibi çarptığını hissediyordu sadece. Nefesi kesilene kadar koşmaya devam etti. Ciğerleri çoktan pes etmişti! Yine de durmak istemiyordu. Koşacak takati kalmamasına rağmen durmak yerine sağa sola sendeleyerek hızlı adımlarla yürümeye çalıştı.

Öyle sendeliyordu ki, yoldan geçenlerin onu körkütük sarhoş zannetmemesi imkânsızdı. Neyse ki, gecenin bu vaktinde sokakta kendisinden başka hiç kimse yoktu. Saatin kaç olduğundan bile haberi yoktu. Olduğu yerde durdu ve bu kez dikkatli gözlerle etrafına bakındı. Karşılıklı iki kaldırım boyunca yan yana dizilmiş binalardan oluşan küçük bir sokaktı burası. Başını kaldırıp gökyüzüne baktı. Yavaş yavaş ilerlemekte olan bulutların arasına hapsolan dolunay bir an önce her zamanki parıltısına kavuşabilme arzusunda gibiydi.

Arada yanıp sönen gece lambalarının cızırtısı dışında gecenin sessizliğini bozan tek şey çıplak ayakla attığı adımların sesiydi. Ayakları tamamen çıplaktı ve üşümeye başladığını fark etti. Tam da o esnada gecenin sessizliğini bozmaya çalışırcasına uzaklardan gelen gök gürültüsünün ürkütücü sesi ile bir kez daha irkildi.

Başını çevirerek etrafına bakındı. Nerede olduğu hususunda tek bir fikri bile yoktu. Sokaktaki binaların hiçbirinde tek bir ışık dahi yanmıyordu. Sokak o kadar boştu ki ne gökte uçan bir kuş, ne de bir yerlere kıvrılmış yatan bir kedi görebiliyordu. Hatta, orta yerinde dikildiği koskoca cadde boyunca park etmiş tek bir araç dahi yoktu.

Algılarının yavaş yavaş açılmaya başlamasıyla birlikte nihayet o ana kadar zihninde bloke ettiği soruyu geldi aklına. “Neredeyim ben?” diye mırıldandı endişeli bir şekilde. Az önce koşarak terk ettiği binaya geri dönmeden bu sorunun cevabını bulamayacağını fark ederek bir an önce geri dönmeye karar verdi.

Gerisin geri koşmak istedi, ancak koşacak takati kalmamıştı. Geldiği yöne doğru hızlı adımlarla yürümeye başladı. Dakikalarca yürüdü ancak yol boyu gördüğü tek şey yan yana dizilmiş birbirine benzeyen kapısı demir parmaklıklarla kaplı binalardan başka bir şey değildi.

Kahretsin!” diye mırıldandı soluk soluğa. Az önce hangi Allah’ın belası binadan çıktığını bile hatırlamıyordu!

Yaklaşmakta olan fırtınayı hatırlatırcasına bir kez daha tüm şiddetiyle şimşek çaktı gökyüzünde. Her yer bir saniyeliğine de olsa aydınlandı o an. O bir anlık zaman dilimi içinde, sokağın oldukça uzak bir noktasında, yolun tam orta yerinde kendisine doğru bakmakta olan bir insanın silueti görür gibi oldu.

Kim var orada?” diye bağırdı tüm gücüyle.

Hiçbir tepki gelmeyince avazı çıktığı kadar bağırmaya devam etti:

Lütfeen bana yardım edin, lütfen yalvarıyorum… lütfeen!

Tüm yardım çığlıklarına rağmen tek bir Allah’ın kulu bile evinin penceresini açıp “Gecenin bu saatinde kim bu adam” diye bakmadı.

Tanrım, bu bir kâbus olmalı, ne olur uyanayım artık” diye mırıldandı titreyen sesiyle.

Son bir kez daha oldukça gürültülü bir sesle aydınlandı gökyüzü. Bu kez ses oldukça yakından geliyordu. Her yerin yine ışıl ışıl aydınlandığı o anda sanki zaman durmuştu ve karşısındaki insan silueti onu bekliyormuşcasına hiç kıpırdamadan ona doğru bakıyordu…

2.

İhtiyar adam başını kaldırıp göz ucuyla tam karşısında oturan müşterisine baktı.

Geçen sen yaptığımız gibi yapalım mı?

Ha?

Yaşlı adamın söylediklerini hiç umursamadığını hissettirmek istercesine “Çok affedersiniz, dalmışım.” diye geçiştirdi.

Bugün bu meret biraz yavaş çalışıyor da anca girebildim sisteme. Geçen yıl poliçenizde hiçbir istisna uygulamamışız. Yine aynı şekilde mi olsun?

Olur olur…” dedi, bir an önce tamamlayıp ayrılmak istiyordu.

Bir de şey var…

Tekrar göz göze geldiler. Geçen yıl ilk kez geldiği eski bir pasajın asma katında bulunan bu küçük iş yerinden “Kaskoyu yeniletme işini son ana bırakırsam olacağı bu!” diye düşünerek ayrılmış olmasına rağmen, şu anda yine aynı yerde, aynı şeyleri düşünüyor olmasının kendi kabahatinden başka hiçbir mazereti olamazdı.

Teknolojiye ayak uydurma konusunda zorlanan ihtiyar sigortacı ile kendi işyerine yakın başka hiçbir sigorta acentesi bulunmaması sayesinde tanışmıştı. Geçen yıldan bu yana, ihtiyarın ofisindeki tek değişiklik belki de masanın yarısını kaplayan eski bilgisayar monitörünün yerini alan bir dizüstü bilgisayardı. İhtiyar adamın arkasındaki ahşap dolabın raflarında yıllara göre ayrılmış mavi klasörler uzunca bir süredir hiç dokunulmadığı için toz içerisindeydiler.

Masanın tam üzerindeki eski tavan vantilatörü ağır ağır döndükçe içerideki kasvetli havayı daha da bunaltıcı hale getiriyordu. Masanın sağ tarafında üst üste dizilmiş poliçeler, sol tarafta ise dizüstü bilgisayarın yanındaki emektar yazıcı nizami bir şekilde yerlerini alırken, masanın hemen yanındaki çekmeceli dolabın üzerinde kırmızı bir tül üzerine yeşil yapraklarla süslenmiş bir çiçek buketi duruyordu. Masanın en önünde ise üzerinde bir sigorta şirketinin reklamı bulunan eski bir kalem kutusunun yanında ihtiyarın ismi yazılı isimlik ile yüzü ihtiyar adama dönük gümüş bir resim çerçevesi yer alıyordu.

İsimlikte yazan Hâşim isminin günümüzde çok fazla rastlanan bir isim olmadığını düşündü. Geçen yıla göre daha da yaşlanmış ve bitkin görünüyordu ihtiyar adam. Üzerindeki krem rengi ceketin içindeki kırışık gömleğin yakasından eğreti bir biçimde sallanan kravatın düğümü uzunca bir süredir hiç çözülmemiş gibiydi. İhtiyaçtan mı, yoksa emeklilikten sıkılıp oyalanmak için mi yapıyordu acaba bu işi?

Geçtiğimiz yılın hasarsızlık indirimi sayesinde poliçe bedelinde küçük bir düşüş olacak. Arzu ederseniz çok küçük bir farkla teminat miktarını biraz daha arttırabiliriz gibi görünüyor. Ödeyeceğiniz toplam rakama baktığımızda geçen yılki pirimin çok fazla üzerinde bir rakam çıkmıyor çünkü…

Ağzından “Ne teminatı?” sorusu çıkarken, yine çenesini tutamayıp soru sorma gafletine düştüğü için kızdı kendi kendisine. Bir an önce poliçesini alıp gitmek dururken uzatmanın ne alemi vardı bu muhabbeti!

Mali mesuliyet… İstifade etmenizi tavsiye ederim.

Tamam, tamam sıkıntı yok. Bir an önce bitirebilirsek, iyi olur.

Kol saatine bakan ihtiyar adam:

Benim de çıkmam lazım zaten. Kredi kartınız yanınızda mı?

Demek ki bir saat daha geciksem adam çıkacakmış” diye düşündü. Cumartesi günü öğleye kadar çalışmasından doğal ne olabilirdi ki yaşlı adamın! Bir buket çiçek alıp şimdiden bir kenara koyduğuna göre, ya buradan ayrılır ayrılmaz gidip evde kendisini bekleyen ihtiyar karısının doğum gününü kutlayacak olmalıydı, ya da evlilik yıldönümlerini…

3.

Sabah vardiyalarını hiç sevmiyordu, çünkü önceki akşamın dağınıklığını toplamak görevi sabah mesaisine gelen çalışanların sorumluluğundaydı. Bir eliyle kasanın yanında duran kitap yığınını yerlerine yerleştirmek üzere üst üste koyarken, bir yandan da şaşkın bir şekilde telefonla konuşuyordu.

Peki doktora sormadınız mı, yoğun bakımdan ne zaman çıkabileceğini?

O esnada gözü az önce içeri girip raflardaki kitapları karıştıran genç yolcudaydı. İçerideki gencin kendisi ile ilgilenmesi için beklediğini fark edince “Bir müşteri geldi, ben tekrar ararım seni.” diyerek telefonu kapattı.

Yanına gelen müşteri ile ilgilenirken aklı az önceki telefon görüşmesindeydi. Telefonun diğer ucunda bitkin bir şekilde konuşan kadına her sabah telefonda aynı soruyu soruyordu… Her şey aynı sitede oturan komşusunun kendisine çekinerek sorduğu “Aslı’yı bugün sen götürebilir misin?” sorusuna hiç tereddüt etmeden verdiği “Elbette!” cevabını verdiği gün başlamıştı. Annesinin ricasını kırmayıp küçük Aslı’yı babası ile buluşması için alışveriş merkezine bırakacaktı.

Neler yapacaksınız bakalım babanla bugün?” diye sormuştu elinden tuttuğu küçük kız ile otobüs durağına doğru yürürken.

Sinemaya gideceğiz. Alâeddin’in Sihirli Lambası gelmiş, onu izleyeceğiz.

Ben de çok severdim o hikayeyi küçükken. Keşke benim de sihirli bir lambam olsa diye heves ederdim hatta! Sen de ister miydin, hayallerini gerçekleştirecek sihirli bir lamba?

Başını öne eğerek evet der gibi üzgün bir şekilde sallamıştı küçük kız.

Ne oldu, neden üzüldün bir anda?” diye sormuştu şaşkınlıkla, yanlış bir şey sorduğunun farkına vararak.

Ben, babamın hep bizimle kalmasını isterdim sadece.

Her ikisi de bir süre susmuştu. Sessizliği bozmak için bir şeyler söylemesi gerektiğini fark ederek “Bak sana bir masal anlatacağım.” diyerek tekrar söze başlamıştı.

Evvel zaman içinde aç gözlü bir kral varmış. Askerleri bir gün yolda kimsesiz bir adamla karşılaşıp onu krala getirmişler. Kral ona acıyıp karnını doyurmuş. Yardım ettiği kişi aslında bir büyücüymüş ve ‘Sen bana yardım ettin, ben de sen ne istersen o dileğini gerçekleştireceğim’ demiş.

Kral düşünmüş, taşınmış ve dokunduğu her şeyin altın olmasını istemiş. Büyücü ‘Bu istediğin şey çok tehlikeli, emin misin?’ diye sormuş krala. Kral dileğinde ısrar edince büyücü ‘Tamam’ demiş ve o günden sonra kral neye dokunursa altına dönüşmeye başlamış.

Önceleri her şey güzel gelmiş krala. Oturduğu taht, dokunduğu masa, evin duvarları her şey dokununca altına dönüyormuş. Ancak kral acıkıp da ekmeğe dokununca o da altın oluvermiş. Ardından da dokunduğu yiyecekler birer birer altına dönüşmeye başlamış. Yaptığı hatayı anlayan kral hemen büyücüye yalvararak o büyüyü bozdurmak istemiş.

Düşünebiliyor musun, büyücü kralın o isteğini kabul etmese neler olurdu? Şimdi senin de çok istediğin bazı arzuların olabilir, ancak o dileklerinin gerçekleşmesi belki de senin için iyi olmayabilir. Şimdi nasıl anlatsam bilemiyorum, ilerde zaten anlayacaksın…

Keşke küçücük kıza o masalı anlatmasaydım.” diye düşündü gömleğinin ön cebinde Berlin’e gideceği uçağın uçuş kartı görünen gence “Tarih ya da felsefe kitaplarından hoşlanır mısınız?” diye sorarken…

4.

Ne oldu, iyi misin babacığım?” diye sordu endişeyle küçük kız, sinema salonunda oturduğu koltuktan kalkarken bir an sendeleyip tekrar koltuğuna oturan babasına. Adam “Bir şey yok” der gibi elini kızına doğru uzatarak şefkatle yüzüne dokundu ve yanağını okşadı.

Filmin bitmesiyle içeriyi aydınlatmaya başlayan göz alıcı parlak ışıklar herkesin bir an önce salonu terk etmesi için tertip edilen bir işkenceden farksızdı. İki saate yakın sinemada geçirdikten sonra koltuğundan bir anda kalkınca başı dönmeye başlayıp kulaklarından kuvvetli bir basınçla gelen çınlama sesini duyunca telaşla tekrar koltuğuna oturmuştu.

Ne olduğunu anlayamayan kızının endişeyle kendisine baktığını görünce ona doğru gülümseyerek:

Azcık başım döndü, şimdi iyiyim. İki saat daha vaktimiz var, bir şeyler yedikten sonra yandaki oyun salonunda biraz oyalanmaya ne dersin?” diye sordu.

Tamam” der gibi başını sallamakla yetindi kızı.

Halen başı dönmeye devam ediyor olmasına rağmen yavaşça yerinde kalkarak kızının elinden tuttu ve içeriden çıkmakta olan son izleyici grubunun arkasından yavaş yavaş yürümeye başladılar.

Aslı heyecanlı bir şekilde babasına “Canan’la annesi de buradaymış baba bak!” diye eliyle kapıdan çıkmakta olan kız arkadaşı ve annesini işaret etti. Babasının ne Canan’ı, ne de annesini tanımadığı aklına bile gelmemişti.

Hadi baba biraz hızlı yürü de onlara yetişelim!” diyerek babasının elinden çekmeye başladı, az önce babasının durumuna endişelenen kendisi değilmiş gibi…

Sen önden git yanlarına istersen, ben gelirim arkandan.” diyerek kızının elini bıraktı babası.

Arkadaşı ile tatlı bir sohbete başlayan Aslı “Baba, Canan da gelebilir mi bizimle yemek yemeye?” diye yalvaran bir ses tonu ile yanlarına yaklaşmakta olan babasına seslendi.

Gülümseyerek Canan’ın annesini selamlayan babası “Kızım, belki onların da kendilerine göre bir planı vardır, değil mi hanımefendi?” diyerek kızının bu talebini doğrudan reddetmek yerine bu zorlu görevi karşısındaki genç kadına devretmeyi tercih etmişti.

Beklenmedik bir hamle ile annesinin cevabını beklemeden atılan Canan “N’olur anne, n’olur, n’olur biz de onlarla gidelim.” diye annesinin elinden çekiştirmeye başladı.

Kızım, seninle film bitince ablanı dershaneden almaya gideceğiz diye buraya gelmeden önce defalarca konuşmuştuk. Oyalanırsak bu trafikte geç kalabiliriz.” diye cevap verdi kadın kızına.

Gözlerinin ağlamaklı olduğunu arkadaşına belli etmek istemeyen Canan başını öne eğerek sessizce elleriyle yüzünü kapattı.

Arzu ederseniz çocuklar bir süre beraber eğlensinler, biz dönüşte Canan’ı istediğiniz yere bırakalım.” diye söze girme ihtiyacı hissetti o an babası.

Bilmem ki, size zahmet olmasın?” diye cevap verdi kadın mahcup bir ses tonu ile.

Adamın bu teklifini duyan çocukların her ikisi de sevinçle birbirine bakıyordu. “Lütfen anne, ben de kalayım onlarla!” diye son bir kez daha yalvardı Canan.

Ne zahmeti efendim, yemeklerini yesinler, biraz da oyun salonunda oynatır sonra arzu ettiğiniz yere bırakırız biz Canan’ı.

5.

Sandalyeye otururken ağlamaklı olduğu sesinden anlaşılmaması için gayri ihtiyari yutkunma ihtiyacı hissetti. Nemli gözlerini sildiği kâğıt mendili avucunun içinde sıkarken, hafifçe titreyen diğer eliyle tuttuğu zarfı kutsal bir emaneti sahibine teslim ediyormuşçasına şefkatle yanındaki sehpanın üzerine bıraktı.

Aslında ne kadar komik…” diye söze başladı, dokunsan ağlayacakmışçasına titreyen bir ses tonuyla. “Eskiden, beni hiç dinlemiyorsun diye kızıyordum sana. Gerçi şimdi de dinlediğinden emin değilim ya… Yine de karşımda seni bu şekilde görünce bu kadar üzüleceğim hiç aklıma gelmezdi.

A sen mi geldin, hiç duymamışım geldiğini. Kızımızı da getirdin mi?” diye sordu adam.

Aslı sana bir mektup yazmış, onu okula bırakınca mektubu sana getireceğime söz verdiğim için erkenden geldim.

Pembe zarfı yavaşça açtıktan sonra, bir defterden yırtılarak dörde katlanmış sayfayı dışarı çıkarıp, üzerine kurşun kalemle yazılmış olan mektubu okumaya başladı:

Babacım, seni çok özledim. Annem yakında iyileşip, hafta sonlarını tekrar benimle geçirebileceğini söyledi…

Ya sen böyle abartmayı çok seversin zaten. Çocuğu neden endişelendiriyorsun.” diyerek kadının sözünü kesmek istedi. Ancak kadın hiç ara vermeden mektubu okumaya devam ediyordu:

Dün derste öğretmenimiz bir masal anlattı bize. Bir kral ‘En önemli zaman ne zamandır, en önemli insan kimdir ve en önemli şey nedir?’ diye sormuş yaşlı bir bilgeye. Bilge de ona en önemli zamanın içinde yaşadığımız an olduğunu, en önemli kişinin şu an yanında olan kişi olduğunu, en önemli şeyin de yanındaki kişiye yaptığın iyilik olduğun söylemiş…

Kadın bir an sustu, gözlerinden süzülen bir damla yaş mektubun üzerine damladı. Sonra çatallanan sesiyle okumaya devam etti:

“Ama şu an sen benim yanımda değilsin babacığım, sen yanımdayken hep bana iyilik yapardın, hatta o an bile…” Bir saniye durakladı kadın ve okumaya devam etti: “ve benim şu anda sana yapabildiğim tek iyilik bu mektubu yazmaktan ibaret…”

Mektubun bu cümlesinden sonra yazılıp silinmiş kelimelerden bir kısmı halen okunabiliyordu.

Hepsi bu kadar!” dedi kadın, yerinden yavaşça kalkarken. Daha fazla kalamayacağını hissetmişti.

Gidiyor musun, dur gitme!” diye bağırdı adam kapıdan çıkmakta olan kadının arkasından.

Lütfen yalvarıyorum… gitme lütfeen!

Çabuk çıktınız.” dedi kapıda bekleyen hemşire, “Genelde hasta yakınları son dakikaya kadar ayrılmak istemiyorlar.

Kızının mektubuna az da olsa tepki vereceğini umuyordum ama hiçbir tepki göstermedi. Onu bu şekilde görünce çok kötü oldum. Daha fazla duramayacağım maalesef.” diye cevap verdi kadın üzgün bir ses tonu ile.

Çantasından çıkardığı bir başka zarfı çıkararak hemşireye uzattıktan sonra “E şey, sizden bir şey rica edebilir miyim acaba?” diye ekledi. “Kızımın yazdığı bir mektup daha var, şey… ama ben sanırım onu verebilecek durumda değilim de…”

6.

Sırtını yasladığı ağacın karşısında akmakta olan nehrin şırıltısı öylesine sakinleştiriciydi ki içinde ne bir korku, ne de huzursuzluk hissi vardı. Giderek yaklaşmakta olan ayak sesleri bile onu endişelendirmiyordu.

Ayak sesleri kesildiğinde yanı başında duran kişinin ayakkabıları ile göz göze geldi ilk önce. Yaşlılar tarafında sıkça tercih edilen türde beyaz, örgülü yazlık erkek ayakkabılarındandı bu. Başını biraz yukarı kaldırdığında, gelen kişinin ayakkabısı ile uyumlu beyaz bir takım giydiğini fark etti.

Hazır mısın?” diye sordu karşısındaki yaşlı adam. Sesinin tonundan gerçekten hazır olup olmadığını merak etmediği anlaşılıyordu.

Başını tamamen yukarı kaldırıp yaşlı adamın yüzüne baktı. Hiç yabancı gelmese de, ilk bakışta karşısındaki kişinin kim olduğunu çıkaramadı. “Nereden hatırlıyorum ben bu adamı?” diye düşündü içinden.

Şu hayat bana ne öğretti biliyor musun?” diye konuşmaya devam etti yaşlı adam.

Bedelini bu dünyada ödeyemeyeceğin tek şey mesuliyettir.”

Mesuliyet… nerden hatırlıyorum ben bunu?” Sormaya cesaret edemese de anlık gelgitler yaşıyordu zihninde.

Sorumluluk diyor şimdilerde yeni nesil. Oysa mesuliyet gibi tam karşılığını vermiyor ki o kelime!” diye mırıldandı yaşlı adam hoşnutsuz bir ifade ile.

Bir anda gözlerinin önünde bazı görüntüler canlanmaya başladı: “Mali mesuliyet teminatı… İstifade etmenizi tavsiye ederim.

Şimdi hatırlıyordu yaşlı adamın kim olduğunu.

Onun düşüncelerini okurcasına tekrar söze girdi yaşlı adam:

Kişinin kendi davranışlarının sonuçlarını üstlenmesidir mesuliyet. Yerine getiremediğin her mesuliyet sırtına bir yük olarak biner ve gün gelir ağırlığında ezilirsin o yükün… Seni o yükten kurtaracak tek bir şey vardır…

Sustu ve adamın gözlerinin içine baktı. Cevap vermesini bekliyordu belki yaşlı adam, belki de kendisine bir şeyler sormasını!

O ise hiçbir şey sormadı. Her şeyi hatırlıyordu çünkü… O gün yaşlı adamın bürosundaki konuşmaları geçti gözünün önünden, sonra da küçük kızı ile buluşmaları… Bir fotoğraf makinesinin flaşı gibi patlayan yoğun bir parlak ışık ile son buldu hafızasında canlanan görüntüler.

İhtiyar arkasını dönerek uzaklaşmaya başlamıştı bile.

Nereye gidiyorsunuz?” diye seslendi yaşlı adamın arkasından.

Seni affetmiş…” diye cevap verdi yaşlı adam ve ekledi:

O hazır, peki ya sen?

Günlerdir uykusuz bir şekilde ince uzun koridordaki ahşap bankta oturmaktan bitap düşen genç kadın, başı öne düşmüş bir şekilde uyukluyordu. Önünden telaşlı bir şekilde koşarak geçmekte olan beyaz gömlekli insanların ayak seslerinden irkilerek bir anda uyandı. Bir elinde kendisine verilen gözyaşları ile ıslanmış bir sayfa mektup, diğer elinde ise zaman zaman serinlemek için yelpaze gibi katladığı bir gazetenin hafta sonu eki duruyordu. Gazetenin sayfasının katlanan kısımda “Japon mitolojisinde…” diye başlayan bir başlık ve bir anime figürden başka bir şey görülmüyordu.

Ne oldu, neden koşuyorsunuz söyleyin!” diye bağırarak tutmaya çalıştı içeri girmekte olan hemşirelerden birisini yerinden fırlayan kadın.

Allah aşkına söyleyin, kızıma bir şey mi oldu yoksa!

7.

Bir insan ne zaman ölür biliyor musun?

Ne zaman?

Bütün umutları tükendiğinde…

Bütün organları tükendiğinde yani…çoklu organ yetmezliği” diye kıkırdadı elli yaşlarındaki kadın.

Felsefe yapmayı bırak da tut şu çarşafın ucundan!

Aşk olsun Emine abla! Ben gayet ciddi bir şey paylaşacaktım oysa seninle…” diye sitem etti karşısındaki kadının kendisini dinleme niyeti olmadığını hisseden genç hastabakıcı.

Hıı, tamam anlatırsın ablacım, şu yatağı da bir bitirelim de… Şimdi kafam ciddi şeyleri dinleyecek durumda değil. Başım nasıl ağrıyor bir bilsen!”

Bir süre her ikisi de suskun bir şekilde çalışmaya devam ettiler. Sessizliği bozan yine genç adam oldu:

Yoğun bakımdakilerle hiç konuştun mu, önce hangisi ölmüş?

Tekerlekli çamaşır sepetini odadan çıkarmakta olan kadın kaşlarını çatarak cevap verdi:

Ne fark eder ki, hangisi önce ölmüşse ölmüş işte!

İkisinin de birkaç dakika arayla ölmesi ilginç değil mi? Ben önce küçük kız ölmüş diye duydum.

Ya ne fark eder dedim ya! ölen ölmüş işte, kurtulmuşlar… Allah rahmet eylesin! Zaten ikisi için de gidici diyorlardı.

Öyle deme abla! Bizim bir edebiyat hocamız vardı lisede, bilgiç Fevzi derdik biz ona. Adam çok okurdu, bilmediği şey yoktu. Bir gün bize bir hikâye anlatmıştı, sınavda da sorduydu hatta onu! ‘Tanrı’nın öcü çorbadan korkmaz’ diye meşhur bir laf varmış eskiden yabancı memleketlerin birinde. Bir katil, öldürdüğü adamın mezarı üzerinde dokuz gün arka arkaya çorba içmeyi başarırsa, öldürdüğü adamın ailesinin öcünden kurtulacağına inanılırmış o zamanlarda. Onun için, öldürülen zavallının mezarının başında katilin çorba içmesini önlemek için mezarlıkta dokuz gün beklermiş aile fertleri. Acaba diyorum, bu adam da kendisinden önce kızın ölmesini mi bekliyordu…”

İyice saçmaladın be ablacım, gece nöbetleri yaramıyor sana hiç! Adamcık arabayla giderken kalp krizi geçirip ağaca çarpmış, kendi kızı hafif sıyrıklarla kurtulmuş, diğeri camdan fırlayıp beyin kanaması geçirdiği için öldü diyorlar. Adamı katil yaptın ya bilmeden biliştirmeden…

21 Nisan 2024

Prof. Dr. Mustafa Zihni TUNCA