Biyolojik Saat

Geçtiğimiz hafta farklı günlerde iki meslektaşım birden aynı şeyden yakındı:

Pandemi yüzünden çocuklar da dahil tüm hane halkının uyku düzeni alt üst olmuştu.

Gerçekten de, pandemi yasaklarının etkisiyle günlük rutinlerimizde yaşanan değişiklikler ister istemez uyku düzenimize yansıyor.

Pek çok insan bu dönemde daha geç saatlerde uyuyup sabahları da daha geç uyandıklarını söylüyor.

Uzmanlar virüse karşı vücut direnci açısından düzenli uykunun önemine işaret ederken insanın aklına şu soru geliyor:

Biyolojik saatimizde yaşanan bu değişiklik günlük rutinlerimizi olumsuz etkiler mi?  

Bu soruya elbette en doğru cevabı uzmanlar verebilir. Ancak, insan vücudunun bu tarz değişikliklere kendisini adapte edebilecek yeteneğe sahip olduğunu zannediyorum. Buna en güzel örneğin gece ve gündüz döngüsünün yaşanmadığı kutuplar ile Uluslararası Uzay İstasyonu’ndaki araştırmacılar olduğunu söylemek mümkün.

Biyolojik saat olarak da bilinen ‘sirkadiyen ritimleri’ konuda bilinen ilk çalışma 1729’da Jean-Jacques d’Ortous de Mairan tarafından yapılmış. Araştırmacı, halk arasında küstüm çiçeği olarak bilinen, dokunulduğunda bir süreliğine yapraklarını büzerek kapatan mimoza bitkisini incelemeye karar vermiş. Bu bitki, geceleri yapraklarını büzüp gündüzleri tekrar açması sebebiyle güneşsiz bir ortamdaki davranışlarının ne olacağını merak eden araştırmacı, bitkiyi tamamen kapalı ve ışık görmeyen bir kutu içerisine yerleştirmiş.

Başlangıçta tepki olarak yapraklarını büzen çiçek ortama alıştıktan sonra ışık görmediği halde her akşam aynı saatlerde günlük uyku rutinini tekrarlayıp kapanırken, güneşin doğduğu saatlerde ise ışığı görmediği halde açmaya başlamış! Bu durum tıpkı diğer canlılar gibi bitkilerin de kendi biyolojik saatleri olduğunu ortaya koyması açısından önem taşıyor.

Marian’ın bu önemli bulgularının insanlar için geçerli olup olmadığı ise ilginç bir şekilde 200 yıl boyunca bilim insanları tarafından merak edilip araştırılmamış! Nihayet 1938 yılında, Dr. Nathaniel Kleitman ve öğrencisi Bruce Richardson ilginç bir araştırma gerçekleştirmek üzere dünyanın en derin mağaralarından birisi olan Kentucky’deki gün ışığı görmeyen Mamut Mağarası’nda altı hafta boyunca uyku, vücut ısısı vb. konularda deneyler yaparak gözlemlerde bulunmuş.

Dr. Kleitman’ın öğrencisi ile birlikte mağarada bu kadar uzun süre kalmasının sebebi ise “İnsanlar günlük aydınlık ve karanlık döngüsünden koptuğunda, biyolojik uyku ve uyanıklık ritimlerinin tamamen düzensiz hale gelip gelmediği” sorusuna cevap bulmak olarak ifade ediliyor.

Dr. Kleitman, deneyin sonucunda iki ciddi bulgu ortaya koymuş. Bunlardan birincisi, tıpkı Mairan’ın deneyinde olduğu gibi güneşten gelen dış ışık mevcut olmasa bile insanların içinde bulundukları yeni ortamda kendi içsel sirkadiyen ritimlerini oluşturmaları, yani bedenlerinin uyku ve yaşam düzenini yeni sisteme göre ayarlaması olarak kayıtlara geçmiş.

Araştırmacının ikinci bulgusu ise, deneylere katılanların biyolojik saat döngülerinin yeni sistemde tam olarak yirmi dört saat uzunluğunda olmayıp, farklı faktörlere bağlı olmak üzere yirmi dört saatin üzerine çıkması olmuş. Örneğin, yirmili yaşlarındaki Richardson için bu süre yirmi altı ile yirmi sekiz saat arasında değişirken, kırklı yaşlardaki Dr. Kleitman’ın için yirmi dört saatten biraz daha uzun bulunmuş. Bu durum, gün ışığının dış etkisinden uzaklaşıldığında, her insanın kendi içinde oluşturduğu “gün” kavramının tam olarak yirmi dört saat değil, bundan biraz daha fazla olduğu sonucuna ulaşılmış.

Deneylerini denizaltı ve hatta kuzey kutbuna yakın noktalardan birisi olan Norveç’in Tromso bölgesinde de sürdüren Dr. Kleitman, uzun süre karanlık ya da gün ışığına maruz kalan kişilerin uyku düzenlerini inceleyerek insanların bulunduğu ortama sağladığı uyumu gözlemlemiş.

Dr. Kleitman’ın bilim dünyasına tek katkısı bu deney olmayıp asıl katkısı asistanı Dr. Eugene Aserinsky ile 1953’te uyku sırasında ortaya çıkan hızlı göz hareketini (REM) keşfi olarak kabul ediliyor. Uyku bilimindeki bu ilerleme, uykunun tüm evrelerinin tamamen pasif olmadığını göstermesi açısından önem arz ediyor.

Dr. Kleitman, bir başka deneyde ise 180 saat uykusuz kaldıktan sonra “Birini uyanık kalmaya zorlamanın etkili bir işkence şekli olduğunu” itiraf ettiği de biliniyor.

“Kaç saat uyku ideal” sorusuna gelince, bu konuda en güzel cevabı bence 1180’de Orta Çağ’ın önemli Yahudi düşünürlerinden Mûsâ b. Meymûn (İbn Meymûn) “24 saatin üçte biri kadar süren tek bir gece uykusunun insanlar için yeterli olduğu” görüşü ile verdiğini düşünüyorum.

Zaman yönetimi konusunda sıkıntı yaşayan öğrencilere yıllardır değişmeyen tavsiyemi burada da paylaşayım:

Gününüzü üçe bölün, sekiz saatini dinlenmeye, sekiz saatini çalışmaya, sekiz saatini de kendinize ayırın.

Prof. Dr. Mustafa Zihni TUNCA