ANADOLU’NUN İNSANI -1- AYDINLILAR

ANADOLU’NUN İNSANI -1- AYDINLILAR (1)

Fevzi Lütfî

Sadeleştiren: Âdem EFE (2)

Anadolu nasıl memleketçe, coğrafyaca Batı, Doğu ve Orta Anadolu diye birbirinden farklı ise de sakinlerinin huyu, ruhu, hayatı ve haline göre de birbirine hiç benzemeyen tarafları vardır. Nasıl bir Batı Anadolu varsa yine bir Batı Anadolulu, Orta ve Doğu Anadolulu vardır bu insanların huyları, adetleri hüzünleri, aşkları başka başkadır. Bir Aydınlının sevdasıyla bir Eğinlinin sevdası ve bir Sivaslının efsanesiyle bir Bolulunun efsanesi arasında çok fark vardır. Birinde hayat, bütün bir gurbet ve iç acısından ibaretken o birinde basit bir ibadetten, sathî bir ömürden başka bir şey değildir. Birinde ruhunun ferahladığı yerler serin subaşlarıyla suların ahengi iken o birinde ziyası az tekkelerle hazin tambur sesleridir. Bu ilk husûsî fark Adalar Denizi’yle Marmara kıyılarındaki havası mutedil, suyu güzel, bol çimenli üzüm bağları ve incir, Anadolu’nun sakinlerinde görünür.

Geniş sırtlarıyla Demirci Dağları’nın, Samanlı tepeleriyle Uzun Yayla’nın havasını alanlar Çamlıbel pınarlarının soğuk sularını içenlerle Palandöken ormanlarının gölgesinde uyuyanlardan ve uçsuz Pasinler’in ufuklarını seyredenlerden farklıdır ve bunların hepsinde az çok farklarla dağınık bir halde uyuyan hasseler, Aydın sakinlerinde kudretle belirmiştir. Bir Bursalının bir Eskişehirlinin ve Karahisarlının ruhunda gizli ve perakende duran haller Aydınlıda güzel bir timsâl, kuvvetli bir numûne şeklindedir. Bu yüzdendir ki, Batı Anadolulunun mükemmel bir timsali ve Aydınlıda Batı Anadolulunun güzel bir numunesi olabilir.

Aydın, çok sade düşünen ve acıyı az tatmak isteyen, ümitle yaşar ve mütehakkim ve vakarlı insanların memleketidir. Bu memlekette hüzün gider, bıraktığı tatlı azamet kalır, sevda biter, merhamet bitmez. Kavga geçer, kin geçmez… Her Aydınlının gözü, hayatın bütün güzelliğini, ruhun bütün saflık vakârıyla nefsin izzetinde görür. Bunun içindir ki Aydınlı her işini yalnız görmek ve her şeyde tek olmak ister.

O bilir ki erlik birliktedir. Ruhlar, istiklâl ve vahdette en güzeldir. Bu hali Aydınlının her şeyinde görürüz. Zeybek oyunu yalnız oynanır, yirmi, otuz kişilik bir Aydınlı meclisin ortasında gezinen, oynayan bir insandır. Her meydanın bir yiğidi vardır.

Anadolu’nun ezeli gurbet acısı Aydın’da o kadar derin değildir. Aydın delikanlısı, uzun yolların zahmetini, uzaklarda kalan memleketin hasretini çekmez. Onun için hasret, gençlik yıllarının en güzel bir cilvesi olan dağ seneleridir. Kemale ermek dağdan indikten sonradır. Yıllarca memleketinden ayrı düşen Sivaslının daüssılası Aydın delikanlısı için sırf gururun ve hiddetin doğurduğu isyandır. Eğer Aydınlı köy kızlarının şen meclislerinden, ferahlı gece sohbetlerinden ayrı yaşarsa bu, onun kendi gururunun ve kendi azametinin cezasıdır.

Yeni doğan Aydın çocuğunun duya duya, dinleye dinleye öğrendiği şey her gönlün biraz deli olduğu, durgun ve uslu kalplerin bir pul etmediğidir. Bir memlekette hiç olmazsa eş dost arasında bir şeyden nam almak, namsız yaşamamak lazımdır. Şâna susayan ruh Bozdoğan kestane ağaçları altında türkü söyleyen, sazının nameleriyle coşan mor cepkenlinin ruhudur. Akşam gün batarken uzaklardan çıngırak seslerinin, kaval namelerinin gönle durgunlukla karışık acayip bir kabarma verdiği zamanda kararan gözleri, dönen başları bir kanla ve bir tüfek sesiyle kendine getirmek bu tuhaf tiryakilerin keyiflerindendir.

Aydınlının gönlü kasvete gelemez. Onun için büyük azap şehir sokaklarında, ziyası az damlar altında sessiz ve miskin bir ömür geçirmektir. O, güzel subaşlarını, eski mukavves taş köprülerin uğultulu kuytuluklarını, serin dere içlerinin keklik seslerini ister.

Sazını oda içinde değil, mehtapta yeşil tepeler üstünde taze ot kokularını dua duya, kalbe tuhaf bir ürperme veren kuş seslerini, koyun melemelerini dinleye dinleye çalar ve geniş bir meydanda oynar. Bunun için değil midir ki zeybek oyunu, odalar içinde çimen yerine halı döşeli yerlerde oynanınca içi o kadar sarsmayan oyundur.

Aydınlının gönlünde iki büyük alakanın ateşi yanar. Kız ve kır. O içinde karanlık yerlerde duramayan ve geniş meydanlarla yüksek tepeleri her şeye tercih eden bu sarı yağız adamın rengi, ruhu ve kafasıyla o meydanların ve tepelerin hali ve rengi arasında en sıkı bir münasebet vardır. O dişisini her şeyden üstün tutan şâhikaların kartalı gibi, bir kolunda sevdiğini ve bir kolunda da sevdiğinin sazını taşımak ister. Ömründe dur, dinlen yoktur. Daima yürür, atılır, boğuşur ve akşam, bütün gün sokaklarda koşup da uyuklayan çocuklar gibi birdenbire durulur. İşte o zaman bir günün bütün hareketlerini, didişmelerinin, helecanlarını unutur ve sevdiğinin dizinde güzel havalar çalıp, şân ve ân türküleri söyler. Fakat onun bu hali uyuyan bir aslanın hali gibidir. Bir yan bakış, bir eğri söz bu aslanın gözlerini döndürüp kükreyerek ok gibi atılmasına kâfidir. Bu mûti’ fakat müteazzım adam dünyada ancak Allah’ın ve büyük tabiat kuvvetinin önünde eğilmeğe razıdır. Ömrünü dağda, bayırda geçirmesine sebep budur. İçi çok saf ve bir çocuk kadar iptidaidir. Hileden, oyundan ve karışık şeylerden mana çıkarmaz. Onca en büyük şey, kalbin büyüklüğü ve Allah’ın kudretidir.

Nasıl Hakk’a elçisiz varılırsa Aydınlı da her şeye elçisiz ermek ister ve sade onun azametli içidir ki Hakk’ın kudreti önünde bütün güzelliğiyle tecelli eder. O bütün küçük dünya işlerini sona bırakmış bir kahramandır. Tatlı bir kalp çarpmasını, güzel bir göğüs kabarmasını her şeyden evvel ister. Zaten hangi kahraman böyle değildir ve dünyada hangi müsterih çarpan kalp güzel bir ay ve güzel için çarpmamıştır.

Biraz da çocuk olmayan kahraman var mıdır?

(1) Bu yazı, Fevzi Lütfi’nin, Dergâh Dergisi’nde, 20 Teşrinisani 1337/19 Rabiulevvel 1340/20 Kasım 1921, C. II, 1. Sene, Numara 15, s. 45-46’da Osmanlı Türkçesi’yle yayınlanan yazısının sadeleştirilmesi suretiyle hazırlanmıştır.
(2) Prof. Dr.; Süleyman Demirel Üniversitesi İİBF; e-posta: ademefe @sdu.edu.tr