Mutluluk kavramına biyoloji bilimi perspektifinden baktığımızda, bu duyguyu en yalın haliyle bir dizi nörokimyasal tepkimeye kadar indirgeyebilmemiz mümkün. Detaylı olarak incelediğimizde ise, bu sürecin hiç de basit olmadığını; aksine mutluluğun dopamin, serotonin ve endorfin başta olmak üzere bazı ‘nörotransmitter’lerin insanlarda yaşam coşkusunu ve iç huzuru sağlayan işleyişleri sayesinde gerçekleştiğini görüyoruz.
Dopamin, anlık haz ve ödül beklentisini tetiklerken, sosyal medyadaki her beğeni bildirimi, küçük bir dopamin dalgası yaratarak geçici bir coşku sunuyor ve tekrar gerektiren bu tetiklenme bağımlılığa kadar uzanabiliyor.
Serotonin ise daha sakin ama kalıcı bir huzurun mimarı olarak karşımıza çıkıyor. Triptofan açısından zengin gıdalar, gün ışığı ve düzenli egzersiz, bu kimyasalın üretimini destekleyerek duygusal dengenin korunmasına yardımcı oluyor.
Bedensel rahatlama anlarında devreye giren endorfin ise, koşu ya da yoğun fiziksel aktivite sonrasında ağrı ve stresi baskılayarak ‘koşucu coşkusu’ olarak bilinen öforiyi sağlıyor.
Ancak biyolojik açıdan mutluluğumuzun sadece nörokimyasallar tarafından şekillendiğini söylemek de haksızlık olur. Genetik varyantlar, beslenme, uyku düzeni ve kronik stres gibi pek çok faktörler bu süreçte rol oynuyor. Örneğin, kronik stresin sebep olduğu kortizol seviyesindeki artış, serotonin reseptörlerini baskılamasının yanı sıra dopamin sistemini de yorgunluğa uğratıp, mutluluk erozyonuna sebep olabiliyor.
Felsefi açıdan baktığımızda ise, insanlığın en kadim arayışlarından biri olan ‘mutluluk’ kavramının, Antik Yunan uygarlığında erdem odaklı yaşamı temsil eden ‘eudaimonia’ kavramından, günümüzün dijital toplumlarına kadar uzanan ciddi bir evrim sürecinde geçtiğini görüyoruz.
Sokrates, Platon ve Aristoteles’in tanımladığı mutluluk kavramının, içsel bir denge ve ahlaki bütünlükle ilişkili olduğunu görüyoruz. Orta Çağ’da ise mutluluk arayışı, Hristiyanlığın etkisi altında, dünyevi acıların sabır ve inançla kabullenilmesine ve cennetteki sonsuz huzurun umutlu bir bekleyişine dönüşüyor. Takip eden dönemde Rönesans ve Aydınlanma’nın insan aklına ve bireysel özgürlüğe duyduğu güven ise mutluluğu dünyevi bir hak olarak yeniden konumlandırıyor.
Günümüzün Neoliberal söylemlerinin ise mutluluk kavramını psikolojik gelişim kitapları ve ‘wellness endüstrisi’ gibi kapitalist unsurlar bağlamında pazarlanabilir bir metaya dönüştürdüğünü söyleyebiliriz. Oysaki güncel araştırmalar, mutluluğu bireysel bir arayışa dönüştüren bu yaklaşımın paradoksal bir şekilde mutsuzluğu beslediğini gösteriyor. Mutluluğu yoğun bir şekilde kovalayan bireyler, kısa vadede daha az pozitif duygu deneyimlerken, uzun vadede depresif belirtilerle dahi karşılaşabiliyor.
Mutluluğun toplumsal ve politik boyutu ise bireysel deneyimi kolektif yapılarla bir bütün olarak görüyor. Örneğin, Butan devletinin meşhur ‘Gayri Safi Milli Mutluluk’ endeksi, toplumsal refahı ekonomik büyümenin ötesine taşıyan bir kalkınma felsefesi olarak adlandırılsa da, mutluluğu devlet kontrolünde standartlaştırılması sebebiyle eleştiriliyor.
Neoliberal politikalar ise, William Davies’in ‘Mutluluk Endüstrisi’ adlı eserinde vurguladığı gibi, çalışanların duygularını ekonomik verimlilik için bir araca dönüştürmesinin yanı sıra, bireysel mutluluğu ön plana çıkarıp toplumsal dayanışma ve sosyal adalet gibi kavramları göz ardı etmesi sebebiyle ciddi eleştirilerle karşı karşıya kalıyor.
‘Kültürel antropoloji’ perspektifinden baktığımızda ise, mutluluğun evrensel bir tarifinin olmadığı söyleyebiliyoruz. Batı toplumlarında genellikle bireysel tatmin ön plandayken, özellikle Doğu kültürlerinde sosyal uyum ve aile bağlarının temel bir mutluluk kaynağı olarak kabul edildiğini görüyoruz.
Benzer bir şekilde, bireylerin içsel mutluluklarından çok toplumsal yaşam kalitesini ön plana çıkaran yapısal politikalara odaklanan İskandinav ülkelerinden birisi olan ve ‘hygge’ kültürüne sahip Danimarka’nın ise, mutluluğu toplumsal refahın bir parçası olarak görmesi sayesinde her yıl ‘Dünya Mutluluk Endeksi’nde ilk sıralarda yer aldığını görüyoruz.
Günümüzde ise içinde bulunduğumuz ‘dijital çağ’da, mutluluk kavramının ciddi anlamda yapısal değişime uğradığını söyleyebiliyoruz. Sürekli çevrimiçi bağlılık, sosyal medya algoritmalarının dopamin tetiklemeleriyle yüzeysel hazları normalleştirirken, derin ilişkileri ise aşındırıyor. Bunun sonucunda da, mutluluğu dijital evrenlerde arayan bir neslin çabalarının mutluluğun evrimsel sürecini ciddi bir eksen kaymasına uğratarak, mutluluğun uzun süreli huzur arayışından anlık haz arayışlarına evrilmeye başladığını gösteriyor.
Sonuç olarak, mutluluk kavramının, tek bir disiplinin sınırlarına sığmayacak kadar karmaşık bir yapıya sahip olduğunu söyleyebiliriz. Mutluluğun multidisipliner bir yaklaşımla, tarihsel evrim, nörokimyasal altyapı, politik-ekonomik düzenlemeler ve kültürel pratiklerle örülmüş çok katmanlı bir olgu olarak incelenmesi gerekiyor.
Bireyler açısından ise, mutluluğu peşinden koşulacak bir hedef olmaktan çıkarıp, hayatın doğal akışında bütünsel bir perspektifle kavramak; dijital çağda bir paradoksa dönüşen mutsuzluk döngüsünden kurtulmanın en sağlam yolu olarak görünüyor.