Algoritmaların Gücü Adına!
Dijitalleşmenin hayatın her alanını dönüştürdüğü günümüzde, sosyal medya platformları yalnızca bilgi paylaşımının yapıldığı alanlar olmaktan çıkmış durumda. Bireylerin düşünce dünyalarını şekillendiren, gündelik davranışlarını yönlendiren ve hatta kimliklerini yeniden kurgulamalarına neden olan bu mecralar, görünmeyen bir mühendislik sürecinin de merkezinde yer alıyor. İnsanlar her gün saatlerce zaman geçirdikleri bu dijital alanlarda kendilerine ait olduğunu sandıkları özgürlükleri yaşarken, aslında görünmez sınırlara doğru yönlendiriliyorlar. Bu sınırlamalar, çoğu zaman fark edilmeyen ancak etkileri derin olan ayrıştırma süreçlerinin temelini oluşturuyor. Sosyal medyanın kullanıcıları nasıl ayrıştırdığına dair yapılan çalışmalar, bu durumun yalnızca bireysel tercihlerin sonucu olmadığını, yapısal ve sistematik bir inşa sürecinin ürünü olduğunu gözler önüne seriyor.
Sosyal ağların arka planında sessizce çalışan algoritmalar, bireylerin dijital dünyadaki hareketleri kayıt altına alıyor. Hangi gönderiye ne kadar süre bakıldığı, hangi içeriklerin beğenildiği ya da hangi bağlantıların tıklandığı gibi veriler, platformlar için altın değerinde bilgiler sunuyor. Bu veriler yalnızca kullanıcı deneyimini geliştirmek için değil, aynı zamanda kullanıcıların dikkatini daha fazla çekmek, onları daha uzun süre çevrim içi tutmak ve yönlendirmek için de kullanılıyor. Böylece bireyler, kendilerine uygun görülen içeriklerle baş başa kalıyor. Bu süreç ise ‘Filtre Balonu’ olarak adlandırılıyor.
Filtre Balonu, Eli Pariser’ın 2011 yılında ortaya attığı bir kavram olarak, sosyal medya algoritmalarının kullanıcıların geçmişteki tercihleri doğrultusunda içerik sunmasını ve farklı düşüncelere maruz kalmamalarını ifade ediyor. Bir kullanıcı politik bir içeriği beğendiğinde, algoritma benzer içerikleri göstermeye devam ediyor. Kullanıcı aynı ideolojik çizgideki gönderilere tıklamaya devam ettikçe sistem bu davranışları pekiştiriyor. Zamanla birey, yalnızca kendi dünya görüşünü destekleyen içeriklerle karşılaşıyor. Bu durum, farklı fikirlerle karşılaşmanın önünü kapatıyor ve bir tür ‘dijital tecrit’ oluşuyor. Kullanıcı, farklı bakış açılarını görmediği için kendi düşüncesinin evrensel doğruluk taşıdığına inanmaya başlıyor. Böylece toplumsal kutuplaşma daha da derinleşiyor. Örneğin, bir kişi Instagram veya Facebook’ta sadece vegan yaşam tarzıyla ilgili içerikleri beğenip paylaşırsa, algoritma o kişiye sürekli vegan içerikler, bitki temelli tarifler ve hayvansal ürün karşıtı gönderiler göstermeye başlar. Zamanla bu durum, sadece dijital bir tercih değil; aynı zamanda farklı yaşam biçimlerini anlamayı zorlaştıran bir bilgi kapanı haline gelir.
Ancak bu ayrıştırma sücreci yalnızca algoritmaların tek taraflı kararlarıyla sınırlı kalmıyor. Bireyler de bu sürece aktif olarak katılıyorlar. Cass Sunstein’ın 2001 yılında ortaya koyduğu ‘Yankı Odası’ kavramı, bireylerin kendi düşüncelerini onaylayan kişilerle etkileşime girme eğiliminde olduklarını ve farklı düşünceleri dışlama eğilimi taşıdıklarını vurguluyor. Sosyal medya, bireylere istedikleri sosyal çevreyi oluşturma özgürlüğü sunarken, aynı zamanda benzer düşünen bireylerin bir araya gelmesine neden oluyor. Bu durum, bireyin maruz kaldığı bilgileri filtrelemesine, farklı sesleri bastırmasına ve kendi yankısını sürekli olarak duymasına yol açıyor. Yankı Odaları, zamanla bireylerin düşünce ufkunu daraltıyor ve onları daha radikal tutumlara itebiliyor. Yeni adıyla X, alıştığımız adıyla Twitter’da sık rastlanan bu durum, özellikle politik kutuplaşmanın yoğun olduğu seçim dönemlerinde, bireylerin sadece kendi görüşlerine yer verdiği ‘dijital kuleler’ yaratıyor.
Bu gelişmeler esasen dijital platformların tarafsız aracı kurumlar olmaktan çok uzaklaştığını gösteriyor. Zira sosyal medya şirketleri, kullanıcı davranışlarını yalnızca gözlemlemekle yetinmiyor; bu davranışları yönlendirecek stratejiler geliştiriyor. Bu noktada Zuboff’un 2019’da tanımladığı ‘Gözetim Kapitalizmi’ kavramı devreye giriyor. Gözetim Kapitalizmi, dijital platformların kullanıcı verilerini toplaması ve bu veriler üzerinden ekonomik kazanc elde etmesini ifade ediyor. Ancak bu süreç yalnızca reklam hedeflemesiyle sınırlı değil. Kullanıcıların neyi seveceği, hangi ürünü alacağı ya da hangi fikre yöneleceği gibi davranışsal öngörüler oluşturuluyor ve bu öngörülere göre içerikler düzenleniyor. Diğer bir ifade ile birey, özgür bir şekilde hareket ettiğini düşünürken aslında veri temelli tahminlerin içine hapsoluyor. Cambridge Analytica skandalı, bu gerçeği gözler önüne sermişti: Milyonlarca kullanıcının Facebook etkileşimlerinden elde edilen psikolojik profiller, seçmen davranışlarını manipüle etmek için kullanıldı. Bu gerçek, demokratik süreçlerin dahi sosyal ağlar ya da ‘toplum mühendisliği’ne soyunan kurum ya da oluşumların rahatlıkla davranışlarımızı manipüle edilebildiğini gösteriyor.
Bu yönlendirme yalnızca politik veya ekonomik tercihlerle sınırlı değil. Aynı zamanda zaman algımızı, sosyal ilişkilerimizi ve psikolojik durumumuzu da etkiliyor. Hartmut Rosa’nın 2013 yılında geliştirdiği ‘Toplumsal Hızlanma Teorisi’, dijitalleşmenin bireylerin zaman algısı üzerinde yarattığı dönüşümleri anlamak açısından önemli bir çerçeve sunuyor. Sosyal medya, bireyleri sürekli çevrim içi olmaya zorluyor. Her an bir şey kaçırma korkusu (FOMO – Fear of Missing Out) ile bireyler bu platformlarda daha fazla vakit geçiriyor. Bu durum, zihinsel yorgunluk, dikkat dağınıklığı ve ilişkilerde yüzeyselleşmeye neden oluyor. Örneğin, sabah uyanır uyanmaz ya da yatmadan önce son kez Instagram’da hikayelere göz atan bir birey, gün boyunca bildirimlere maruz kalıyor ve sürekli uyarılı hale geliyor. Bu da eleştirel düşüncenin yerini hızla tüketilen içeriklere bırakmasına neden oluyor.
Tüm bu teoriler bir araya geldiğinde, sosyal medyanın bireyleri yalnızca teknik olarak ayrıştırmadığı, aynı zamanda kültürel, psikolojik ve sosyolojik bir ayrışmanın da aktörü haline geldiği görülüyor. Sosyal medya, insanlığın kolektif bilincini yeniden şekillendiriyor. Sonuç olarak, sosyal medya platformları teknik altyapıları, ekonomik çıkar yapıları ve sosyokültürel etkileriyle bireyleri giderek daha fazla ayrıştırıyor. Bu ayrışma yalnızca dijital dünya ile sınırlı kalmayıp; toplumsal barış, demokrasi ve bireysel özgürlükler üzerinde de kalıcı izler bırakmaya başladı.
Filtre Balonlarını delmek, Yankı Odaları’ndan çıkmak ve Gözetim Kapitalizmi’ne direnmek için teknolojiyi insani değerlerle yeniden tanımlamak gerekiyor. Unutulmaması gereken şey aslında çok basit:
Algoritmaların bizi tanımlamasına izin vermek yerine, biz onları insanlığın ihtiyaçlarına göre şekillendirebilmeliyiz.
Çünkü, sosyal medyanın sunduğu imkanları özgürleştirici bir araç olarak kullanabilmek için bu ayrıştırıcı dinamiklerin farkında olmak, algoritmaların ötesine geçebilmek ve eleştirel dijital okuryazarlık becerilerini geliştirmek büyük önem taşıyor.