Gelin bugün tarihin derinlerinden günümüze uzanan bir yolculuğa çıkalım…
Öncelikle, geçmiş haftalarda yapmış olduğum bir paylaşımı özetleyerek başlamak istiyorum. Sözlü kültürden yazılı kültüre geçildiği dönemde Platon’un bir eserinde geçen diyaloğu özetleyelim:
“Theuth icatlarını sırasıyla tanıttı. Kral Thamus bunların nerelerde kullanılacağını sordu… Harflere (alfabe) sıra geldiğinde:
Bu icat dedi Theuth, Mısırlıları daha akıllı ve bilge yapıp onlara daha güçlü bir hafıza verecek olup, onların hem hafızaları hem de zekâları için oldukça özeldir.
Thamus cevap verdi: Ey çok zeki Theuth, bir sanatın yaratıcısı ya da mucidi, kendi icatlarının kullanıcıları için faydaları ya da zararları konusunda her zaman en iyi değerlendirici değildir. Ve bu buluşunla harflerin babası olan sen, onlara bu buluşunla sahip olamayacakları bir nitelik atfetmeye kalkıştın. Çünkü, bu keşfin öğrencilerin ruhlarında unutkanlık yaratacak, çünkü hafızalarını kullanmayacaklar, harici yazılı karakterlere güvenecekleri için kendi kendilerine hiçbir şeyi hatırlayamayacaklar. Keşfettiğin özellik hafızaya değil, hatırlamaya yardımcı olacaktır ve onlara gerçeği değil, sadece gerçeğin görüntüsünü veriyorsun; onlar birçok şeyi işitecekler ve hiçbir şey öğrenmemiş olacaklar; her şeyi bilen gibi görünecekler ve genellikle hiçbir şey bilmeyecekler; gerçekte var olmayan bir bilgelik gösterisine girişen sıkıcı varlıklar haline gelecekler.”
Platon’un o dönem kültürel değişimin temeline yönelik sunduğu eleştirilerin benzerini günümüzde sosyal medyanın olumsuz etkilerine yönelik yapıyor olmamız oldukça ilginçtir! Esasen, antik çağda gençlere yönelik eleştirilerin günümüzde farklı şekillerde görülüyor olması, dijital yerliler ile dijital göçmenlerin hayat tarzları ve gelecekten beklentileri arasındaki farklılıklardan kaynaklanıyor. Öyle ki, Platon’un eserinde ezberlemek yerine alfabeyi öğrenmeyi tercih edenlere yönelik eleştirilerin bir benzerini bizim de iletişim amacıyla ‘emoji’ olarak adlandırılan ve 5 bin yıl öncesinin piktografik yazıtlarının benzerlerinin kullanılmasına yönelik yaptığımızı yazacak tarih kitapları…
…
Fransız teolog ve eleştirmen Adrien Baillet, Gutenberg’in batı dünyasını matbaa ile tanıştırmasından yaklaşık 150 yıl sonra, 1685 yılında kaleme aldığı bir yazıda bakın ne diyor:
“Müthiş bir moda haline gelip her geçen gün sayıları olağanüstü bir şekilde artmaya devam eden çok sayıda kitabın gelecek yüzyılları Roma İmparatorluğu’nun çöküşünü izleyen yüzyıllar kadar barbar bir duruma düşürebileceği düşünmek bile korkmamız için yeterli. Bu tehlikeyi önlemek için faydalı kitaplar ile işe yaramayanları belirleyip faydalanacaklarımızı saklayarak atmamız gerekenlerden ayırmadığımız sürece endişelenmek için bir sebebimiz hep olacak.”
Baillet’in matbaaya olan ilgiye yönelik endişelerini belki günümüz bakış açısı ile anlamakta güçlük çekebiliriz, ancak Rönesans ve Reform hareketleri ile bilim ve sanatta gelişme kaydedildiği bir dönemin hemen ardından kontrolsüz bir şekilde yoğun bilgi akışının dezenformasyona yol açarak yakın dönemde aydınlanma ve modernleşme olarak görülen gelişmelerin önünü kesebilmesi kuvvetle muhtemeldi. Günümüz bağlamında düşündüğümüzde ise, tıpkı Platon gibi Baillet ile de benzer endişeler taşıdığımızı söyleyebiliriz. Şu anda yakındığımız ciddi sorunlardan birisinin İnternet üzerinde yoğun bilgi akışının provokatif amaçlı dezenformasyona aracılık etmesi olduğunu her fırsatta dile getiriyoruz. Hatta, pandeminin önlenmesine yönelik en ciddi engellerin başında salgının gerçekliğine ve aşıların tehlikelerine yönelik dezenformasyon akışı olduğunu düşünürsek…
…
1979 yılında Sony tarafından icat edilen Walkman o dönemin önemli teknolojik gelişmelerinden birisi sayılıyordu. Bireyler artık ceplerinde bile taşıyabilecekleri kasetçalara kulaklık takarak istedikleri yerde başkalarını rahatsız etmeden müzik dinleyebileceklerdi. Walkman’in icadından iki yıl sonra Shuhei Hosokawa adlı Japon araştırmacı Walkman’in topluma sosyo-kültürel etkilerini inceleyerek sonuçları 1984 yılında ‘Walkman Etkisi’ adlı bir makalede yayınlandı. Bu çalışma sonrası cihazın kullanıcıları izole etmek, narsisizm ve kaba davranışları teşvik etmek ve bireyler arası temas ve etkileşimi azaltarak sosyal mesafeyi arttırmak gibi çok sayıda sorunu beraberinde getiren ‘Walkman Etkisi’ yarattığına yönelik eleştiriler uzun süre gündemde kaldı.
Bu eleştiriler, dijital dünyaya yönelik eleştirilerin de ilk örneklerinden kabul edilir. Bununla birlikte, o günlerde toplumbilimciler tarafından yerden yere vurulan Walkman’in evrim sürecinin hiçbir aşamasında halefi Ipod ve türevleri kadar bireyler arası etkileşimi radikal düzeyde etkilediğini söyleyemeyiz. Özellikle 2000’li yılların başlarında Ipod’un cep telefonuna, nam-ı diğer iPhone’a evirilmesi sonucunda insanlar artık her an, her yerde, her tür enformasyon değişimini gerçekleştirebilir hale gelmişti. Artık, sesten görüntüye, videodan metne kadar akla gelebilecek her şey dijital formlarda cihazlar arası aktarılabiliyordu. Aktarılamayan tek şey belki de duygulardı ki o sorun da yukarıda değindiğim gibi emojilerle çözüldü!
…
Amerikan eğitimci ve eleştirmen Neil Postman, 1985 tarihinde yazdığı ve Türkçe’ye ‘Televizyon: Öldüren Eğlence’ adıyla çevrilen meşhur kitabında televizyonun siyaset, haberler, tarih ve diğer pek çok ciddi konuyu eğlenceye indirgediğini savunuyordu. Postman’a göre televizyon, matbaanın yüzyıllardır ciddiyetle sürdürdüğü ulvi göreve zarar veriyordu.
Bundan tam 300 yıl önce Baillet’in matbaa için yaptığı eleştirilerin tam aksine Postman tabiri caizse matbaa için iade-i itibar niteliğinde güzellemeler yapıyor, yaşadığı dönemin dezenformasyon suçlusu olarak ise televizyonu gösteriyordu! Tıpkı bizim kendisinden 30 yıl sonra sosyal medya özelinde İnternet’i günah keçisi ilan ettiğimiz gibi…
Cambridge Analytica skandalı 2018’de patlak vermişti. Sonradan ortaya çıkan pek çok bilgi ve belge, 2017 yılında Trump’ın şaşırtıcı bir şekilde ABD başkanı seçilmesinde Rusya’nın ve bahsi geçen şirketin sosyal medyadaki yoğun dezenformasyon çalışmalarının etkili olduğuna işaret ediyordu. Trump başkan koltuğuna oturduktan kısa bir süre sonra, 2 Şubat 2017 tarihli The Guardian Gazetesi’nde “Babam 1985’te Trump’ı tahmin etti – Orwell değil, Cesur Yeni Dünya’ya karşı uyardı” başlıklı bir köşe yazısı yayınlandı. Yazıyı kaleme alan ise Neil Postman’ın oğlu Andrew Postman’dı. Bu yazıda geçen ve konumuzu ilgilendiren kısımları özet olarak aktarmak istiyorum:
“…‘Televizyon: Öldüren Eğlence’ kitabının ana argümanı basittir: Parlak İngiliz kültür eleştirmenleri tarafından yazılan iki önemli distopik roman vardır – Aldous Huxley’nin Cesur Yeni Dünya ve George Orwell’in 1984 – ve biz Amerikalılar yanılgıya düşerek, teknolojiyle yatıştıran, tüketimi artıran, anlık tatmin hayalleriyle süslü olan birinci kitapta anlatılanlardan değil de, takıntılı bir şekilde bilgiyi sansürleyen, hareketi kısıtlayan, bireyselliği zayıflatan bir devlet sunan ikinci kitapta tasvir edilen vizyondan korktuk.
Orwell’in yanlış yere odaklanması anlaşılabilir bir durumdu: Sonuçta, soğuk savaş on yıllardır komünizmi – 1984’de Big Brother’ın somutlaştırdığı şekliyle – Amerika ve en büyük Amerikan erdemleri olan özgürlük için varoluşsal tehdit haline getirdi. Yarım on yıl içinde Berlin Duvarı yıkıldı. İki yıl sonra Sovyetler Birliği çöktü.
“Gözümüzü 1984 yılına çevirmiştik.” diye yazdı babam. “O yıl geldiğinde ve kehanet gerçekleşmediğinde, düşünceli Amerikalılar kendilerini övmek için alçak sesle şarkı söylediler. Liberal demokrasi kök salmıştı. Terör başka nerede olursa olsun, en azından Orwellci kabuslar tarafından ziyaret edilmemiştik.”
Ulus, giderek artan bir şekilde “ciddi” bilgileri belirli bir düzeyde müzakere ve aktif katılım gerektiren gazetelerden değil, televizyondan almaya başlamıştı: Amerikalılar haftada ortalama 20 saat televizyon izliyordu. İzleyici, bilgisini daha hızlı, daha az incelikli ve tabii ki görüntü bir şekilde almaya şartlandırılıyordu. Babamın da belirttiği gibi, yazılı bir cümlenin bir doğrulanabilirlik düzeyi vardır: doğru ya da doğru değil – ya da en azından gerçeği üzerine anlamlı bir tartışma yapabiliriz.
Ama bir görüntü? Hiç kimse bir görüntünün doğru ya da yanlış olduğunu söyleyemez. Ya dikkatinizi çeker ya da çekmez. Ne kadar çok televizyon izlersek, o kadar çok şey beklerdik – ve parmağımız uzaktan kumandadayken, o kadar çok talep ettik ki – sadece sitcom’larımızın ve diğer gereksiz yapımların değil, aynı zamanda haberlerimizin ve diğer ekonomi konularının da eğlenceli olmasını istiyorduk. Sindirilebilir, görsel olarak ilgi çekici, kışkırtıcı. Kısacası eğlenceli. Bu, ruhen, Huxley’nin 1931’de önceden tahmin ettiği vizyondu, babamın dikkat etmemiz gerektiğine inandığı distopya. O şöyle yazmıştı:
Orwell’in korktuğu şey kitapları yasaklayanlardı. Huxley’nin korktuğu şey ise bir kitabı yasaklamak için hiçbir nedenin olmamasıydı, çünkü kitap okumak isteyen kimse olmayacaktı. Orwell bizi bilgiden mahrum bırakacaklarından korkuyordu. Huxley ise bize pasifliğe ve egoizme indirgenecek kadar çok şey verecek olanlardan korkuyordu. Orwell gerçeğin bizden gizleneceğinden korkuyordu. Huxley ise gerçeğin bir ilgisizlik denizinde boğulacağından korkuyordu. Orwell esir bir kültür olacağımızdan korkuyordu. Huxley ise önemsiz bir kültür olacağımızdan korkuyordu…”
Geçmişte Postman’ın televizyon için yaptığı eleştiriler günümüzün dijital dünyası için aynen geçerli. Beş yıl ara ile kurulan ve günümüzde dijital çağın süper güçleri olarak kabul edilen Google ve Facebook esasen Huxley’nin ‘Cesur Yeni Dünya’ kitabında öngördüğü gibi günümüzde insanları sanal mutluluklarla rahatlıkla kontrol altında tutulabiliyorlar. Hatırlayınız, Facebook’un ilk yıllarında azımsanamayacak kadar kişi sanal çiftliklerde tavuklar yetiştirdi, tarlalara bir şeyler ekti, pastane ve kafelerde birbirinden güzel pastalar pişirdi, kahveler yaptı. Kimileri akşam yatmadan önce saatini kuruyordu ki gece uyanıp sanal ağaçlarını sulayabilsinler ve o güzelim ağaçları kurumasın, daha çok meyve versin! Kaç kullanıcı o dönem sosyal ağlarda bu oyunları oynarken verdiği erişim izinlerini kontrol etti. Kaç kişi “Basit bir çiftlik oyunu neden benim telefon rehberime, konumuma, SMS’lerime, Facebook’taki mesajlarıma, geçmişte yapmış olduğum paylaşımlara erişmek istiyor” diye sorguladı? Cevap vereyim, neredeyse hiç kimse!
Huxley romanında yapay bir şekilde mutlu olmaları sağlanan insanların akşamları yalnız kaldıkları an üzüntü ya da gerginlik yaşamamaları için her gün kendilerine dağıtılan Soma adında bir uyuşturudan bahseder. Fazla alındığında sersemlik yaratma dışında önemli yan etkileri bulunmayan bir uyuşturu… Facebook’un kuruluşundan itibaren ilk 10 yıl boyunca kullanıcılarına ücretsiz dağıttığı Soma’lar da işte bu oyunlardı. Zamanla oyunlar yeterli gelmemeye başlayınca Somalar da çeşitlendirildi, çünkü kullanıcıların mutlu kalabilmeleri için Dopamin’e olan ihtiyaçları da artmıştı. Yapay zekâ ile kullanıcının üzüntülü olduğunu anlar tespit edilip o dönemlerde daha uzun süre Facebook kullanarak daha mutlu olmalarını sağlamak için takipleştikleri kişilerden daha fazla beğeni ve yorumlar almaları sağlandı. Böylelikle paylaşımlarda da artış sağlanarak daha fazla reklam da alınabilmesini sağlayabilecek harikulade veriler toplanabilecekti.
Kullanıcıları Facebook’a bağımlı kılma çabası bunlarla sınırlı kalmadı. Şirket, takip eden süreçte önce Instagram’ı, ardından da WhatsApp’ı (hem de $19 milyar gibi akıl almaz bir bedel ödeyerek) satın aldıktan sonra kullanıcılarının sanal dünyadaki mutluluğunu çeşitlendirecek her türlü imkânı sağlamak için elinden geleni yaptı! Elbette bu süreçte Google’dan Apple’a kadar diğer teknoloji devlerinin de harika işler gerçekleştirdiklerini inkâr etmememiz gerekiyor!
Bu süreçte Cesur Yeni Dünya’nın kusursuz bir şekilde inşa edilebilmesi için diğer pek çok engelin en kısa zamanla ortadan kaldırılması gerekiyordu, Orwellci hedeflere karşı gizli bir savaş yürütülmesi belki de o yüzdendi. Bu savaş öylesine başarılı bir şekilde yürütüldü ki, buz dağının tesadüfen görünen yüzü olan Cambridge Analytica skandalı da ortaya çıkana kadar Cesur Yeni Dünya’ya karşı direnen bir avuç ‘Vahşi’ye hep komplo teorileri üreten zavallılar gözüyle bakıldı.
2021 Ocak ayına geldiğimizde nihayet bir fırsat bulan Huxleyci Zuck, Dorsey ve diğerleri Orwellci Trump’ın ayaklarının altındaki tabureyi aynı anda tekmelediler… Başarı ile gerçekleştirilen bu dijital infazın verdiği özgüven ile cadı avı başladı. ‘Vahşi’ QAnoncular başta olmak üzere sanal mutluluğa inanmayanlar bir daha dönmemek üzere sürgüne gönderildi ve Cesur Yeni Dünya’nın etrafı elektrikli tellerle çevrildi.
Hoş geldin Cesur Yeni Dünya!