İnsanoğlunun tarihsel serüveni oldukça ilginç. Diğer pek çok canlının kaderi bir av ya da avcı olmaktan öteye gidemezken, insan ırkı kendi refah seviyesini sürekli artırmak için on binlerce yıl boyunca teknolojiyi bir araç olarak kullanarak dünyayı baştan başa değiştirmeyi başarıyor.
İnsanlık, ateşi keşfederek ısınıp yemeğini pişirmeyi, obsidyen taşlarıyla avlanmayı öğreniyor. Yetinmiyor, bitkileri ıslah edip, hayvan evcilleştirerek barınma ve beslenme ihtiyaçlarını daha rahat karşılamaya başlıyor. Matbaayı keşfederek bilgiyi özgürleştiriyor, elektrik ve buhar gücü ile sanayi toplumunu kuruyor ve en nihayetinde İnternet ile dünyayı uçsuz bucaksız bir bilgi ve iletişim ağına dönüştürüyor.
Ancak on binlerce yıl süren bu muazzam ilerlemeye gölge düşüren bir gelişme sonucunda son 20 yılda bir eksen kayması yaşanıyor ve teknoloji insanoğlu için bir ‘araç’ olmaktan çıkıp ‘amaç’ haline geliveriyor.
İşten tam bu yüzden farkında olmadan kendimizi ‘dijital kölelik’ denilen yeni bir gerçekliğin içinde bulduk. Hatta, maalesef büyük bir kısmımız bu gerçekliğin halen farkında bile değiliz! Kurbağa deneyini hatırlayalım:
Ateşin üzerinde su dolu bir kabın içine bırakılan bir kurbağa, su yavaşça ısıtıldığında, sıcaklık artışını uzun süre fark edemez. Acı gerçeğin farkına vardığında ise sıçrayıp kaçabilmesi için artık çok geçtir.
Bizler için de aynı durum söz konusu. Başlangıçta bir nebze konfor, küçük bir eğlence, ailemizle veya dünyayla hızlıca irtibat kurma imkânı sunan dijital dünya, zamanla önceliğimiz haline gelmiş durumda. WhatsApp’ta saniyeler içinde yanıt beklemek, sosyal medya akışlarında bir ‘like’ peşinde koşmak, kendimizi daha uzun süre ekrana kilitlenmiş bulmamıza yol açıyor. Öyle ki, “ekransız” bir günü neredeyse düşünemez hâle geliyoruz.
Varoluşumuzun bir parçası gibi gördüğümüz bu sanal rutin, fiziksel ve zihinsel dünyamızın sınırlarını yavaş yavaş daraltıyor. Bunu ‘dijital kölelik’ten başka hangi kavram daha iyi ifade edebilir ki!
Dijital köleliğimiz öyle bir noktaya ulaştı ki, artık sosyal ağlarda paylaşılan içerikler bizi tatmin etmekte yetersiz kalıyor, ilk birkaç saniyede sıkılıp farklı içerikler arıyoruz ama ne aradığımızı da tam olarak bilmiyoruz. Bilmemiz de gerekmiyor aslında, çünkü nelerden hoşlandığımız algoritmalar tarafından öngörülebiliyor.
‘Hedonik Uyum Kuramı’, bu durumu hareket halindeki bir koşu bandına benzetiyor. Sosyal ağlardaki mutluluk arayışımız, koşu bandındaki adımlarımıza rağmen sürekli aynı noktadan öteye gidemediğimizi gösteriyor. Mutlu olamıyoruz, çünkü ‘mutluluk’ kavramı da maalesef eksen kayması yaşayarak yerini ‘haz’ kavramına bıraktı! Nihayetinde, ekran başında daha uzun süre geçirmemiz karşılığında bizlere sunulan şey anlık hazdan başka bir şey değil!
Bu yüzden içerikler giderek kısalıyor, daha yoğun dopamin seviyelerinin peşine düşüyoruz. Uzun yazılar yerine yüzeysel paylaşımlar, derin sohbetler yerine kısa videolar ile arıyoruz mutluluğu. Serotonin yerine dopamin, dinginlik yerine ani hazlar günlük duygusal manzumemizi şekillendiriyor. Böylelikle, sık sık bahsettiğimiz ‘teknolojik bağımlılık’lar ortaya çıkıyor…
Peki, dijital köleliğin faturası nedir diye soracak olursanız, fiziksel, zihinsel ve duygusal bağlamlarda çok sayıda sıkıntı ile karşı karşıya olduğumuzu söylemek mümkün. Dijital görüş bozuklukları, obezite, kalp rahatsızlıkları, kamburluk ve karpal tünel sendromu gibi fiziksel sorunların yanı sıra yalnızlık, uykusuzluk, odak yoksunluğu, kaygı ve depresyon gibi zihinsel ve duygusal çok sayıda sorunla başa çıkmak zorundayız. Özellikle genç kuşaklarda durum daha da vahim. Aidiyet sorunları, geleceğe dair umutsuzluk ve hatta intihar eğilimleri giderek artış gösteriyor.
2012 yılından beri yayınlanmakta olan ‘Dünya Mutluluk Raporu’ dolaylı olarak da olsa bu duruma işaret ediyor. Rapora baktığımızda, son yıllarda, en mutlu ülkelerin sosyal bağları güçlü İskandinav ülkeleri olduğunu, ABD gibi teknolojik açıdan ileri ülkelerde ise gençlerin her yıl daha mutsuzlaştığını görüyoruz. Bu da, dijital bölünmenin gelişmiş toplumlara yarattığı avantajlara rağmen ciddi bir yan etkisi olan ‘tatminsizliği’ gözler önüne seriyor.
Bu noktada, belki de sormamız gereken soru şu olabilir:
İçinde bulunduğumu çağda ‘dijital kölelik’ kaçınılmaz kaderimiz mi?
Dijital köleliğin farkına varılması durumunda zincirleri kırarak özgürlüğe kavuşabilmek elbette mümkün. Ancak, buradaki en ciddi sorun, yukarıda özet olarak değindiğim üzere her birimizin aslında ‘gönüllü’ dijital köleler olmamızdan kaynaklanıyor. Kurbağa gibi haşlanmadan önce zincirlerimizi kırabilmek için öncelikle suyun içinde kendi rızamızla bulunduğumuzu idrak edebilmemiz gerekiyor.
Sosyal ağlarda sıkça paylaşılan Orwell’in ‘1984’ adlı romanında yasaklarla kontrol edilen gözetim toplumu tasvir edilir. Kitaplar yasaklanmış, tarih yeniden yazılmakta, insanlar baskı altında yaşam sürmektedir. Aynı dönemde yazılan Huxley’in ‘Cesur Yeni Dünya’ adlı kitabında ise insanların “zevklerle uyuşturulduğu” bir sistemi tasvir edilir. O dünyada yasaklara ihtiyaç duyulmamaktadır, çünkü zevklerle uyuşturulan insanlar kendi gönül rızalarıyla köleler haline gelip kitap okumaktan uzaklaşmışlardır.
Esasen dijital çağda da benzer bir şekilde, hiçbir teknoloji bize kitapları yasaklamıyor, ancak onları okumaktan vazgeçirecek kadar ‘eğlenceli’ alternatifler sunuyor. Netflix’in “Sonraki Bölüm” tuşu, YouTube’un sonsuz önerileri, Instagram’ın algoritmik beslemeleri… Hepsi de ‘gerçekliğimizi’ yavaşça ama kontrollü bir şekilde çalıyor.
Sonuç olarak, ‘dijital kölelik’ bizleri özgür iradeli bireyler değil de birer ‘kullanıcı’ olarak tanımlayan algoritmalar tarafından tasarlanan ve modern dünyanın sunduğu imkânların arkasına saklanan bir ‘pasifizm’ halinden başka bir şey değil.
Bu kölelikten kurtulmak ise bireysel çabalarla başlayıp, toplumun bütününü içeren bir dönüşüme evrilebilmesi durumunda mümkün görünüyor…