RAMAZAN GECELERİNDE -II-

RAMAZAN GECELERİNDE 2 [1]

Nevdiye

Sad.: Âdem EFE [2]

Çocuklar için ramazanda Karagöz’ün çok hususi bir manası vardır. Çünkü bu iki kelime, o kadar birbirinden aynı ve o kadar tamamlayıcısıdır ki en azından ramazanda beş altı defa Karagöz’e gitmeyen çocuk o eğlenceli ayı pek zavallı ve kimsesiz geçirdiğine inanır. Bilmem ben kendim için öyle idim. Karagöz’e hiç olmazsa tiyatroya gidemediğim akşamlar küçük kalbimin en bedbaht, en talihsiz günleri olur ve bu muvaffakiyetsizliğin verdiği hırçınlık bir zaman devam ederdi.

Teravih henüz bittiği sırada, küçükleri bir araya toplarlar, Evvela her zaman olduğu üzere hepimize bir tembih verilir, sonra bizi oraya götürecek olan adamımız en yaramazın-yani benim- elinden tutarak kapıdan çıkarır. Bu usluluk beş dakika kadar ancak devam eder. Sonra yavaş yavaş yaramazlıklarımız başlayarak öyle bir vadiye gelir ki bizi getiren zavallı oraya buraya çırpınmaktan terler içinde kalır. Çünkü daima nezaretten kurtulmak ve oyun kapısına koşarak hepsinden evvel ulaşmak isteyen hevesindeyiz. Bu esnada ya düşer yahut çiğnenmek tehlikeleri geçiririz. Nihayet Karagöz’e girilir. Sıcağın ve kalabalığın verdiği sıkıntı ile bu defa da oyun başlayıncaya kadar dışarı çıkmak ısrarında bulunuruz. Bu sıkıntı yalnız bizde değildir, bütün çocukların hırçınlık ve velvelesinden oyunun icrası arı kovanları gibi kalabalık ve uğultuludur. En sonra herkesin sabrı biterek tepinmeğe başlar ve “başlayalım mı?” sedaları her kafadan ayrı bir ahenkte çıkar. Bazen perdenin tezyinatını bitirememiş olacaklar ki bizi uzun zaman bekletirler. Evvela şangırtılı bir tef sesi sonra bozuk ahenk bir gazel “Perde kurdum, mumu yaktım, gösterem bir gölge ve hayal” diye başlar. Ve perdenin üzerinde kocaman bir gölge şekillenir. Nihayet iki taraftan zuhur eden Karagöz’le Hacivat, perdenin ortasında birbirine çatarak dövüşmeğe başlarlar. Ellerindeki değneğin sesi şak şak diye işitilir. Ve Karagöz’ün külahı birçok defa kalkar kalkar yerleşir. O kadar çok hoşumuza gider, o kadar güleriz ki o dakika mutlak her şeyi unutmuşuzdur. Yaşmaklı, feraceli, güneş misali, safdil hanımlar, sarıklı, cübbeli Hacı Yahya Efendiler, merdivenli köşkler, daha bilmem neler neler… Bizim için bunların hepsi birbirinden güzeldir. Karagöz biter bitmez perdeyi kaldırırlar. Bu defa da kukla başlar. Bu diğerinden daha eğlenceli daha gülünçtür. Uzun etekli, başları kabartmalı genç kadınlar “Öpeyim babacığım” diye sakallı ve görgülü babalarının elleriyle tokalaşıyorlar. Beyefendinin uşağı “İsmi yok” oyunun komiğidir. Boğuk, kalın bir sesle, Beyefendi “İsmi yok neredesin buraya gel” diye bağırır. Dışarıdan uşağın “Geliyorum efendim, tavan arasında farelerle ceviz oynuyorum” dediği işitilir. Kahkahalarla gülerler, güleriz.

Ramazanın on beşinde davulcu beyitler söyleyerek bahşiş toplar. O günden sonra mahyalara yazı yazmayıp şekil yaparlar. Bazen iki tekerlekli zarif arabalar bazen kayıklar bazen de çok şık çiçek sepetleri yaparlar. Bayrama birkaç gün kalınca her cami, “Elveda Ey Şehr-i Ramazan” diye mahyalarla üzüntüsünü ilan eder. Bu zaman, kandillerin rengi, son ışığını veren ziyaları gibi daha parlak ve daha hazindir.

Yaşlı kadınlar bir araya gelince “Hey gidi günler hey. Kuş gibi gelip geçmekte on bir ayın Sultanı, işte aramızdan uçup gitti” diye üzüntülerini birbirlerine anlatırlar. Fakat biz ramazanın gidişine hiç üzülmeyiz. Bilakis son gününü heyecan ve sabırsızlıkla bekleriz. Hatta bayramdan iki gün evvel, elbise ve ayakkabılar mutlaka yatağımın yanına konur, ben onlarla uyurum ve bütün gece rüyamda onlarla uğraşırım. Bazen elbisemi bitirilmemiş, lekelenmiş görür, ağlayarak uyanırım. Artık ne kadar yeni şeyim varsa hepsini birer birer yanıma dizerek beni susturmağa çalışırlar.

[1] Bu çevrim-yazı, Nevdiye Hanım’ın, Milli Mecmua, 1 Nisan 1926, C. 5, Üçüncü Sene, Numara 58, s. 943’te Osmanlı Türkçesi’yle yayınlanan yazının sadeleştirilmesinden oluşmuştur, (AE).

[2] Prof. Dr.: Süleyman Demirel Üniversitesi İİBF ÖÜ.; e-posta:ademefe @sdu.edu.tr