GURBETTE RAMAZAN

GURBETTE RAMAZAN [1]

Hâlide Nusret [2]

Yay. Haz.: Âdem EFE [3]

 

Hani bazen dere kenarlarında sazlar olur; onlara elinizle dokununca hafif, tatlı bir acı hissedersiniz; bakarsınız bir şey yok. Fakat biraz sonra parmağınızdan sıcak bir şey sızar: Kan.

Haberiniz olmadan yaralanmışsınızdır ve bu yara gittikçe sızlayan, büyüyen; dakikalar geçtikçe acısı fazlalaşan bir yaradır.

İşte bu yıl ramazan, içime böyle bir yara gibi geldi. İlk gecesi görünmez bir çizgi. Hafif bir şarap gibi biraz sarhoşluk, biraz elem veren bir acı. Sonra yavaş yavaş bütün vücuduma yayılan bir zehir.

Bu yıl ramazan bir zehirdi. Başımı küçük, loş camimizin duvarına dayayarak, kim bilir hangi uzak ümide haykıran masum genç kız dualarını dinlerken, bu ulvî mağfiret gecelerinin beni neden zehirlediklerinin düşünüyorum.

Yoksa hasta mıyım? Günahları yıkayan, siyah ve ağır elemleri silken bu güzel saatlere neden böyle yabancıyım?

Ağlamak istiyorum. Fakat aminlerine yetim gönlünün bütün acı ihtizazlarını koyan şu biçare genç ses bile yanan gözlerime bir damla yaş vermiyor. Nasıl kupkuru, fena, mühlik bir ızdırapla muzdaribim!

Beni hayata kuvvetle bağlayan güzel bir his vardı ki onu kaybettiğim günden beri ben, böyle ellerim boş, gözlerim boş, ruhum boş geziniyorum:

Artık inanmıyorum hiçbir şeye inanmıyorum. Vefa, dostluk, samimiyet, vicdan, hatta aşk. Aşka bile inanmıyorum.

Zavallı insanlar. Mariz dakikalarında kendi kendilerini aldatmak, oyalamak için bütün bu güzel ve bi-mana kelimeleri uydurmuşlar; bütün bu mefhumları tahlil etmişler. Bunlar sadece birer vehim, birer hezeyan.

Fakat ben, mevcut olan şeylere de inanmıyorum. Doğan ve ölen şeylerden nefret ediyorum. Bugün tatlı kokulu çiçeklerle zevkimizi okşayan ağaçlar, bir zaman sonra kemikli kollarını gözlerimize uzatıyor.

Güneş batıyor; kuşlar susuyor; insanlar ölüyor. Ne fena. Hep insanlar ölüyor. Her şey yalancı ve her şey yalan! Doğan ve ölen bütün şeylere ne kadar düşmanım.

Allahu Ekber!

Başım beyaz badanalı duvara dayalı, alnımdan aşağı çektiğim siyah örtümün altında gözlerim kuru ve yanık, bütün bu acı düşüncelerin zehrini kanıma sindirirken bu en büyük kelime sanki göklerden bana seslendi: Allahu Ekber!

İlk dua bitmiş. Salat-ı vitre kalkmışız.  Ellerimi göğsümün üstünde birleştirdim. İçimde, eski, çok eski günlerimin vecdini hatırlatan leziz bir ürperme var!

Bu gufrân ayının bu kadar uzun, duakâr, ruhânî gecelerinden sonra nihayet, içimdeki kalın perde yırtıldı mı acaba?

Allahu Ekber!

O’na inanıyorum. Evet, evet. O’na inanmalıyım. Bütün bu fani ve biçâre kâinâtın içindeki kudrete, ezelî ve ebedî olan kudret-i mutlakaya inanmaktan daha güzel ne var?

Şimdi alınlarımız yerde. Gözlerim yine kuru; fakat içimdeki yara, kalbimin mebzul yaşlarıyla yıkanıyor. Acaba iyileşir miyim?

Ah, yara bir tane olsaydı!

Namaz bitti. Siyah önlüklü genç bir kız alayı şimdi bahçeye döküldü. Beyaz gecenin içinde sarı, siyah, kumral saç yığınları gölgeleniyor. Ay, toparlak, alaycı çehresiyle bu gafil mahlukların meçhul talihlerine gülümsüyor zannediyorum. Kalbimde ne çok teller birden çekiliyor. Bu doksan beş genç kızın doksan beşi içinde kalbimde ne derin, ne koparıcı endişeler ve dualar var! Hepsi pür hülya, pür emel birer ânı süslemek ve genç kollarından tutup istikbale onları kendi elimle geçirmek istiyorum. Ne boş, ne kadar zavallı bir hülya!

Şimdi de içimde meçhul olan şeylere karşı bir isyan başlıyor. Bu kadar sevdiğimiz, genç bir anne şefkatinin bütün kıskançlığıyla bu kadar üstlerine titrediğimiz bu sevgili küçükleri de istikbalin meçhul ufuklarına fırlatıp atarken ne yapacağım? Diye düşünüyorum. Bu düşünce bana elem, binihâye elem veriyor.

Artık başım yorgun. Kollarım yanıma sarktı. Bu çok güzel, çok beyaz geceden kaçmak istiyorum. Neden bu kadar güzel? Dünya neden bu kadar güzel?

Ölüm insanlara mukadder iken, bu kadar güzel bir dünya halk etmek niçindi, ya Rabbi?

Şakaklarım kuvvetle, isyanla atıyor. Kalbimin kuvvetli çarpışını vücudumun her zerresinde duyuyorum. Bu güzel, ışıklı ramazan gecesinde hastanenin korkunç, dilsiz duvarları arasında uykusuz yatan yavrularımı düşünüyorum. Sonra daha uzaklara gidiyorum. Bütün uzak sevgiler, uzak sevgililer.

Tatlı, çok tatlı bir çift çocuk gözü ta uzaklardan ruhuma gülüyor. Bu dünyada en çok sevmiş olduğum küçüğümün gözleri.

Bu saatte belki gözler müsterih bir uyku ile kapalı. Müşfik, zaif bir kadın çehresi bu sevgili gözlere eğiliyor. Etrafımdan bütün yüzler, bütün manzaralar bir anda silindi. Bu gece onları nasıl marazi bir iptilâ ile istiyorum.

Sulan Selim’in kandilleri birer birer sönmeğe başladı. Her kandille beraber benim kâinâtımda da sanki bir yıldız düşüp ölüyor. Hastayım… Muzdaribim… Yalnızım… Ne kadar yalnızım.

Pencerelerden bahçeye elemli bir beste taştı. İçeride piyano çalıyorlar. Bu ses, benim içimdeki karışık, bedbaht hislere cevap veriyor.

Yerlerde, göklerde, her şeyde gurbet!

Evet her yerde, her şeyde gurbet, fakat asıl benim içimde:

“Ben gurbette değilim

Gurbet benim içimde.”

Hâlide Nusret-Edirne

 

[1] Bu çeviri-yazı Hâlide Nusret ZORLUTUNA’nın, Milli Mecmûa, 1. Sene, Numara 14, 24 Nisan 1340/19 Ramazan 1342/24 Nisan 1924 tarihinde, s. 203-204 arasında Osmanlı Türkçesi’yle yayınlanan yazısının günümüz harflerine aktarılması suretiyle hazırlanmıştır (Yhn).

[2] H. Nusret ZORLUTUNA, 1901 yılında İstanbul’da doğdu. “Kadın yazarların annesi” olarak anılır. Hece ölçüsünde hamasi şiirleri ve konuşulan Türkçe ile yazılmış romanları vardır. Romancı Emine Işınsu’nun annesi, Pınar Kür’ün teyzesidir. 1901 yılında İstanbul’da doğdu. Babası Erzurumlu Zorluoğulları’ndan gazeteci Mehmet Selim, daha sonraki adı ile Avnullah Kâzımî Bey’dir. Ünlü gazeteci Süleyman Tevfik Özzorluoğlu ise amcasıdır. Hâlide Nusret’in babası Avnullah Kazimi Bey, 1908 yılında “Fedekeran-i Millet Cemiyeti” adlı bir siyasi parti kurup muhalefete başladığı için İttihat ve Terakki Partisi yönetimi tarafından yıllarca sürgün ve zindan hayatı yaşamak zorunda bırakılmıştı; bu nedenle Hâlide Nusret çocukluğunda babasını çok az görebildi. Avnullah Bey bir süre siyasetten çekilmeyi kabul edip Kerkük’te mutasarrıf olarak görevlendirildiğinde ailecek Kerkük’e gittiler. Hâlide Nusret, bu dönemde özel hocalardan ders alarak Arap ve İran dillerindeki bilgisini geliştirdi. Kerkük’teki çocukluk yıllarını Bir Devrin Romanı adlı anı kitabında aktardı. Aile, I. Dünya Savaşı’nın başladığı sırada İstanbul’a dönünce Hâlide Hanım Erenköy Kız Lisesi’ne devam etti. Bu okulda orta tahsilini yapmakta iken babasını kaybetti. Babasının ölümü üzerine yazdığı “Ağlayan Kahkahalar” adlı yazısı 1917 yılında Talebe Defteri adlı derginin yarışmasında birinci olup yayımlanınca edebiyat dünyasına adım atmış oldu. Lise öğrenimini tamamladıktan sonra bir süre İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde eğitim gördü. Ekonomik koşullar nedeniyle çalışmak zorunluluğu doğunca Darülmuallimat sınavlarına girdi ve öğretmen olma hakkını elde etti. Öğretmenlik mesleğini çok sevdi ve kendisinin öğretmen olmak için yaratıldığı inancını her zaman ifade etti. İstanbul’da öğretmenlik yaparken bir yandan İstanbul Darülfünun’da Tarih Bölümü’ne devam etti, özel olarak İngilizce öğrendi. 10 Haziran 1984 tarihinde İstanbul’da vefat etti.

Eserleri: Şiir: Geceden Taşan Dertler (1930), Yayla Türküsü (1943), Yurdumun Dört Bucağı (1950), Ellerim Bomboş (1967), Git Bahar Sevmek; Roman: Küller (1921), Sisli Geceler (1922), Gül’ün Babası Kim (1933), Aşk ve Zafer (1966), Aydınlık Kapı (1974), Büyükanne (1971); Hikâye: Beyaz Selvi (1945); Hatıra: Benim Küçük Dostlarım (1948), Bir Devrin Romanı (1978); Mektuplar: Hanım Mektupları (1923), https://www.antoloji.com/Hâlide-nusret-zorlutuna/hayati/, (e. t. 29.04.2020), (Yhn).

[3] Prof. Dr.; Süleyman Demirel Üniversitesi İİBF ÖÜ; e-posta: ademefe @sdu.edu.tr