ÇOCUKLUĞUMUN RAMAZANLARI

ÇOCUKLUĞUMUN RAMAZANLARI [1]

Refik Hâlid

Yay. Haz.: Âdem EFE [2]

Merhaba Ya Şehr-i Ramazan!

Gözlerimim kapayıp için için, tatlı tatlı düşünüyorum. Çocukluğumun en hoş, en şahsiyetli hatıraları zihnimde birer birer canlanıyor; zihnimin uyuşmuş, donmuş bahçelerinde bu tılsımlı isim bir rüzgâr gibi dolaşarak hatıralarımı çiçeklendiriyor. Ramazana ait duygularım gönlümün katmer katmer, büklüm büklüm yaprakları içinde gittikçe renkleşerek, tatlılaşarak birer meyve gibi büyüyor. Yüreğim mazinin yâdıyla şimdi inliyor. Düşündükçe derinleşiyorum; olgun hatıraların ağırlığıyla başım bol meyveli bir dal gibi önüne sarktı. Ruhumun içinde bir heybet var. Sanki ardı arkası alınmaz cemaatlerle dolu büyük camilerde tiz sesli müezzinleri dinliyorum. Sanki rükûdan secdeye varan safların kubbeyi inleten azametli uğultusunu duyuyorum. Her yâd, durgun, derin bir göle atılan taşlar gibi gönlümün üzerine düştükçe geniş, hesapsız çemberler yapıyor, açıldıkça genişleyen bu hesapsız duygular kalbimde izler açıyor. Ne kadar heyecanlıyım…

Merhaba Ya Şehr-i Ramazan!

Kulaklarımda çocukluğumun ramazan gecelerinden bakiye sesler, zihnimde direkler arasında o eski ramazan gecelerinde yaşadığı manzaralardan kalmış renkler var. Sanki bitmez tükenmez arabalar bitmez tükenmez karanlık yollarda yaşları oynatarak, temelleri sarsarak, gölgeleri ite ite koşuyor ve birden iki taraflarında kalın sütunlar, çukur dükkânlar dizili bir aydınlık sokağa kavuşarak meramlarına ermiş insanlar gibi artık sakin, sessiz kalıyor. O arabaların İstanbul sokaklarını sarsan gürültüsünü, direkler arasını dolduran halkın o neşeli uğultusunu şimdi ne kadar yakından, ne kadar canlı işitiyorum! Loş, izbe mahalle kahvelerinde davullar gümbürdüyor; uzaklarda zurnalar sesleniyor, daha ötelerde laternaların zilli, çıngıraklı ahengi koşuyor. Bütün bu sesler fırtınalardan evvelki ilk sağır hışıltıları, ilk kabarmalarıyla yavaş yavaş harekete gelen bir deniz gibi sakin, uyuşmuş gönlümün içinde inliyor, kendimde coşkunluk istidaları duyuyorum. Ne kadar hassasım…

Merhaba Ya Şehr-i Ramazan!

Çocukluğumun en şatâretli ramazanları artık maziye karıştı, tarihin malı oldu, bitti. Yeni asrın çelik tabanlı, aceleci, hürmetsiz ayağı bu güzel ananeyi bir kör gibi bastı, ezdi ve geçti. Elbette böyle olacaktı; o ramazanlar bu maddiyat devri içinde çok hayali, çok esrarlıydı; bu didişme asrının o fazla sükûnet, fazla uyku, fazla tembellikle şişmiş rahat günlerden haz duymasına imkân yoktu; bu hasislik ve pahalılık seneleriyle o in’âm ve israf baş başa veremezdi; o zevkteki, yemekteki, rahattaki müthiş bollukla bu her işteki yaman yoksulluk elbette uyuşamayacaktı.

Binâenaleyh çocukluğumun eski ramazanları, artık birer hatıra oldu, o müreffeh, coşkun Ramazan gecelerinin görmüş bahtiyâr adamların şimdi saçlarında ak teller, yüzlerinde derin izler var. Biz de yaşlandık, bizim de o şaşalı gençlik hayatımız maziye gömüldü. Şimdi bizim hayatımız da tıpkı bu zevksiz ve neşesiz ramazanlara döndü. Ne kadar kederliyim…

Merhaba Ya Şehr-i Ramazan!

O zamanlar, görgüsüz, acemi gözlerim salaş tiyatroların bayağı oyunlarıyla ne güzel avunurdu. Henüz hayatın acılığını duymamış körpe yüreğim sanatsız oyuncuların sahte tavırlarında ne derin sızılar duyardı. Sanatkârlık tahtına kaba bir aktör parçasını geçirip oturttuğum edebiyatın şahikasına saçma tahassüsler ediyordum. Çocukluğumun o metanetli kanaatini bir daha kendimde bulamamak beni üzüyor; zaten tecrübe ve yaş kolay aldatılıp kolay avutulmamak değil midir? Şimdiki neslin heyecansızlığı, madde-perestliği karşısında zaten o eski ramazanlar yaşayamazdı. O eski ramazanlar için bizim aldığımız dini terbiye, bizim gördüğümüz sakin ve huzurlu ömür lâzımdı.

Zannetmem ki çocuklarımız o yarı sönük yarı silik mahyalarla ramazan davulcularının o yarı bozuk yarı boğuk beyitlerinden zevk duysunlar. Şimdi düşünüyorum da acaba bana mı senelerin uzaklığı ardından o eski ramazanlar bu kadar cazibeli, bu derece erişilmez bir saadet gibi görünüyor, diyorum. Direkler arasının dükkânlarını dolduran o kedersiz gözlü, dertsiz başlı adamlar, refah içinde uyuşup yumuşamış ihtiyarlar hakikaten bana şimdi göründükleri gibi mesut değil miydiler, diye şüpheye düşüyorum. Ne tatlı vakit geçirirdim. Gündüz camilere giderdim, sakin sesle Mesnevî okuyan sikkeli dervişleri hürmetle dinler; gür sedasıyla halkı ikaza çalışan kocaman sarıklı kürsü şeyhlerini geçerek ruhuma mukaddes makamların aşkını dolduran yanık sesli hâfızların sıra sıra diz çökmüş dindaşlarımla dolu halkalarına sokulurdum. Her köşesinden ayrı şevkte, ayrı makamda bes veya tiz birçok seslerin yükseldiği bu geniş akisli yüksek kubbe altında cüssemi ne kadar ufak, benliğimi ne kadar günahkâr bulurdum. Kibrimden, gururumdan gâip ede ede ruhumu hafifleten bu ziyaretler yüreğimin sade dünyaya açık penceresine sanki ahiretten bir menfez açardı, vücuduma uhrevî bir hava yayılırdı. Kapıların ağır; meşin perdelerini kaldırıp dışarı çıktığım zaman kendimi o kadar değişmiş bulurdum ki bir müddet yabancı bir adamla yan yana gider gibi olurdum. Sonra da yavaş yavaş baygınlığını geçiren bir adam gibi ayıldığım zaman başımda hafif ve tatlı bir durgunluk kalırdı. Bunları hatırladıkça göğsüm heyecandan kabarıyor, şimdi bu hislere ne kadar uzağım…

Asya ve Afrika’nın içimizde bir parçasını yaşayan sergi ne kadar güzel bir âlemdi… Tepsilerde fıstıklı baklavalar, testilerde toprak kokulu yoğurtlar serili avlusunda biraz dolaşıp yan dehlizlere sapardım. Kınalı sakallı Acemler şeker satar, şakrak sesli Habeşler baharat satardı. Geniş çentikli şekerlerden, keskin rayihalı tuzlardan, hacı yağ ve misk, anber tezgâhlarından, tespihçilerden, buhurdanlardan havaya buram buram şarkın kokusu dolardı. Burvaclı (?) pazar yeri bütün kumları teshir eden bir belde hayalî ve acayip bir seyrandı. Maşlahlı bedeviler, kalpaklı Çerkesler, kırmızı fesli saray hademeleri çuha makferlanlı harem ağalarıyla, zümrüt tespihli paşalar altın bastonlu şık beylerle omuz omuza burada döner, dolaşır, eğlenirdi. Bu başka bir asır, başka bir devirdi. Ramazan yine geldi, fakat seneleri dolduran vukuat onu da değiştirmiş o da tanınmaz hale gelmiş. Artık gönlüm gibi bu ramazanların da şevki, şaşaası kalmamış. Ne kadar dertliyim…

Merhaba Ey Şehr-i Ramazan!

[1] Bu çeviri-yazı Refik Halit (KARAY)’in, Yeni Mecmûa, 2. Cilt, S. 48, 12 Haziran 1918/3 Ramazan 1336 tarihinde sayfa 421-422’de Osmanlı Türkçesi’yle yayınlanan bir yazısının günümüz harflerine aktarılması suretiyle oluşmuştur, (Yhn).

[2] Prof. Dr.; Süleyman Demirel Üniversitesi İİBF ÖÜ.; e-posta: ademefe @sdu.edu.tr