EĞİRDİR-SAPANCA GÖLÜ ve PİKNİK

Isparta’ya gelişimin yirmi altıncı yılındayım, hatta yirmi yedinci yıla girmeye az kaldı. Bu kente geleli çeyrek asırdan bir iki yıl daha fazladır yaşıyoruz. İnsan ömrü için az bir vakit değil. Bakalım kaç yıl daha kalacağız? Elleam (En iyisini Allah bilir).

1994 yılı 15 Haziran’ında İlahiyat Fakültesi’ndeki görevime başlamıştım. O zamanlar üniversite çevresinde çok az hocada, memurda araba vardı. İlahiyat Fakültesi’nde o zamanın behrinde dekan yardımcısı olan Prof. Dr. Talat Sakallı (Hadis) hoca ile Yardımcı Doçent İsmail Hakkı Göksoy (İslâm Tarihi Profesörü) hocada araba vardı. O zamanki dekanı Prof. Dr. İsmail Yakıt (İslam Felsefesi) hoca onlardan daha sonra ilk defa nar kırmızısı bir şahin araba almıştı, doğal olarak hem dekan olduğundan, hem de fakültede az sayıda araba olduğundan, yemeğe gidip gelirken veya herhangi vesile ile mübalağasız bütün hocalar, asistanlar arabanın etrafında toplanırlar, yanında yöresinde dolaşırlar, anlayıp anlamadan çeşitli yorumlar yaparlardı. Yakıt hocadan önce Saadettin Özdemir (Din Eğitimi Profesörü) adlı arkadaşımızın Renault bir arabası olmuş, bizden önce göreve başlayan arkadaşlar, ona doluşup yakın mesafeli yerlere nasıl gittiklerini anlatır dururlardı. Ben onu gör(e)medim.

Ben haziran ayında fakültedeki görevime başlamış, ev tutmuş, eşimi ve kızımı alıp gelip yerleşmiştim. Temmuz ayının sonları olmalıydı ki göle gidip geliniyordu. O zamanlar arabalı arkadaş yok, göl nispeten temiz ve yakın olduğundan tercih edilebiliyordu. Biz fakülte araştırma görevlilerinden başta Yakıt hocanın asistanı Nejdet Durak (İslâm Felsefesi Profesörü) olmak üzere Haluk Songur (Hukuk Profesörü), Yusuf Açıkel (Hadis, Dr. Öğr. Üyesi), Muammer Göçmen (Dr. İslâm Tarihi), Bahattin Yaman (İslam Sanatları Tarihi Profesörü) ve şimdi isimlerini tam hatırlayamadığım bazı arkadaşlarla bazen Yakıt hocanın veya bazen de Talat hocanın arabasıyla saat ikindi üzeri, Bedre Koyu’na yüzmeye gidip geliyorduk. Ben fazla yüzme bilmiyordum. Zaten göl de sığ olduğundan bir sıkıntı olmuyordu. Fakat Yakıt hoca iyi yüzüyordu. “Ben askerliğimi Kıbrıs’ta yaptım. Suda uyuyabilir, kahvemi içebilirim” derdi. Haluk hoca, Bahattin hoca da yüzmede iyiydiler. Burada bir parantez açalım. O zamanlar fakültede hoca ve asistan mevcudu az, çoğu arkadaş dışarıdan yeni gelmiş daha çevresini oluşturamamış, şimdiki oranda bir varsıllığa sahip olmadığından (mecburen desem abartı olmaz herkesin birbirine muhtaçlığı var), arada belirli bir seviyede samimiyet ve ünsiyetten dolayı arabası olan hocaların ve arkadaşların hocanın arabasına doluşur giderdik. Giderken de ekmeğin yanında karpuz, domates, salatalık, peynir ve üzüm gibi şeylerle içecek birkaç malzeme alır bazen içimizden biri ağalık yapar parasını öderdi; bazen de masraf paylaşılır, anlaşır giderdik.

Daha sonraları ise bizim nesilden İshak Özgel’in (Tefsir Profesörü) İstanbul’dan getirip kullandığı Doğan marka araba(sı) çevresindeki birçok arkadaşın istifade ettiği bir araç oldu. Esasen Van kökenli olan Özgel’in babası ve ağabeyi kumaş işi yapan bir esnaf olduğundan herhalde maddi durumları iyiydi. Fakültede ilk arabası olan, ilk kredi kartı ve ilk cep telefonu kullanan belki bu arkadaş olmuştu. Özgel ile İbrahim Yıldırım aynı evi paylaşan iki bekâr asistan iken Haluk hoca ve ben onları Ramazan ayında iftara çağırırdık. Çoğu zaman sahur da aynı evde yapılırdı. Şayet işimiz sebebiyle oradan ayrılıp evlerimize dağıldıysak Özgel o arabasıyla herkesi tek tek evinden alarak aynı evde sahur yapılmasını temin ederdi. Güzel günlerdi. İftar, sahur deyince rahmetli Osman Cilacı hoca aklıma geldi. Rahmetlinin ilk eşi uzun yıllar Alzheimer hastası olarak ömür sürdü. Bu yüzden hoca eşini kızına emanet etmiş, haftanın çoğu gününü Isparta’da geçiriyordu. Bizler de hocanın bu durumunu ve yemeyi çok sevdiğini bildiğimizden evliler olarak kendisini evlere davet ederdik. O da yemeğin sonunda “Hoca yahu tam doymadık evde zeytin, peynir yok mu?” derdi. Biz de bazen takılmak için, hocanın bu esprisini yapmaya fırsat vermeden “Osman hocam doydunuz mu? Yoksa dolapta bol miktarda zeytin, peynir var. Çıkartalım” derdik. Gülerdik. Allah rahmet eylesin.

Yanlış aklımda kalmadıysa 1998 yılı haziran ayında İshak beyin arabasıyla bir cumartesi sabahı erkenden üç kişilik çekirdek ailemizle Sakarya’ya, Levent abi diye hitap ettiğimiz o zamanlar yardımcı doçent olan İslam Tarihi Profesörü Levent Öztürk’ün evine gitmiştik. O zamanlar Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde fark dersleri vermek için sınavlara gelip giden Haluk hoca (Hukuk Profesörü) da eşi ve o zamanlar tek çocuğuyla beraber İstanbul’dan oraya intikal etmiş, hep birlikte Sapanca Gölü kenarında Levent hocanın kendi elleriyle hazırlamış, kendi elleriyle yakmış olduğu mangal üzerinde pişirmiş ve yemiştik. Buraya hemen bir ara cümle sıkıştırayım. Levent hoca Isparta’da iken birçok akşam, ilk zamanlar Gülevler’de bulunan küçücük evine birkaç aileyi davet ederdi. Çok yemeğini yemiş, çayını içmişizdir. Bu pikniğe Muharrem Kılıç (İslam Hukuku Profesörü) ve kardeşi Mustafa Cihat da katılmıştı. Piknikten sonra Çark Caddesi’nde kısa bir şehir turu yapmış, birer dondurma yemiş ve eve dönmüştük. Biz geceyi Levent hocanın küçücük, şirin fakirhanesinde; Haluk ve İshak hoca da Muharrem Kılıç (Hukuk Profesörü) hocanın evinde geçirmişlerdi. Sabah hep beraber Muharrem hocanın evinde cümbür cemaat toplanmış, kalabalık bir ortamda, kan ter içinde mükellef bir kahvaltı yapmıştık. Kan ter diyorum zira Sakarya nem oranı çok fazla olan illerimizden biriydi. Bizler, Isparta gibi yayla sayılan bir yerden Sakarya gibi aşırı nemli bir yere gidince, sıcaktan ne yapacağımız bilemez vaziyete kalakalmıştık. İkinci bir parantez açalım (Isparta 1035 rakımıyla az önce bahsettiğim gibi yayla misali serin bir kenttir. Göller Bölgesi diye bilinen bir yerde bulunmasından dolayı her taraf derecik, dere, göl, gölet ve sudan oluşuyor. Suyu bol olduğundan yeşilliği de o oranda her tarafını kaplamış vaziyette olduğundan yakın çevrede piknik alanları mevcuttu(r). Arabalarımız yokken belediye otobüsleriyle yakın mesafe yerlere çok rahat bir şekilde pikniğe gidebiliyorduk).

Pazar sabahı Muharrem hocanın evinde kahvaltıyı yaptıktan sonra Levent hoca ile benim doktora tez konum olan İslamcılar ve Modernleşme’yi konuşurken o zamanlar, Sakarya İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi’nde araştırma görevlisi olup benzer bir konuyu çalışıyor olan Burhanettin Duran’ın (Siyaset Bilimi Profesörü) evine gitmiş, onunla görüş alışverişinde bulunmuş ve ondan hayli kaynak eser almış, açık bulduğumuz bir kırtasiyede fotokopi çektirmiş bir kısmını da daha sonra geri göndermek koşuluyla ödünç alıp gelmiştim. Bu eserler hayli işime yaramıştı. Sakarya pikniğinin benim için böyle bir kazanımı da olmuştu.

Aynı gün öğleden sonra çoluk çocuk yedi kişi İshak Özgel’in arabasıyla geri dönmek için vedalaştıktan sonra Söğüt’e gelmiştik. Burada Osmanlı Devleti’nin kurucusu Osman Gazi’nin türbesini ziyaret ettikten sonra müteakiben Afyonkarahisar üzerinden Isparta’ya dönmüştük.

Bu iki günlük piknik kıvamındaki gezi, sıkışık vaziyette dönüş güzeldi. Güzelmiş ki 22 yıl sonra kaleme alıp yayınlamışım.

Prof. Dr. Âdem EFE