Antalya

Antalya [1]

Yayına Haz.: Âdem EFE [2]

Antalya süt gölüne benzeyen Akdeniz’in sahilinde gümüş bir aynaya bakarak çehresinin aksini seyreden hüsnüne mağrur bir genç ve güzel bir kıza benziyordu. Düden Irmağı’nın vücuda getirdiği çağlayanlar portakal bahçelerinin içinde bu dünya güzeli kızın efsanelerini terennüm ediyordu. Burada eski muhâriplerin mancınıklarıyla yıkamadıkları sarp hisarlar vardı; günahkâr kadınların atıldıkları rivâyet edilen karanlık ve korkunç uçurumlar vardı; yalçın kayaların üstünde denizi gözleyen beyaz kuleli fenerleri vardı. Bütün meçhul kara yolcularına “Kimdir o?” diye seslenenler gibi bir his veren ulu çınar ağaçları vardı. Sanki Akdeniz’in melikesi bu en güzel kızını da deniz korsanları çalmasınlar diye sarayın etrafına o hisarlardan surlar çektirmişti; uçurumlarla hendekler kazdırmıştı, o fenerleri gözcü koymuştu, o çınarları karakol bırakmıştı. Bunlardan başka Beydağları da ellerinde yıldırımdan silahlarla burasını bekler gibiydi.

Lakin bu kadar vakit uyanıklıklara rağmen yine onun kıyılarına İtalya sahillerinden korsanlar gelmişler bu kızı çalmak için pusu kurmuşlardı; ben dağlarda bunların dolaştıklarını görüyordum; haydut türkülerini işitiyordum. Bana öyle geliyordu ki bu korsanlar bir gece bu sarayı basacaklar; kapısında nevbet bekleyen bekçileri öldürecekler; başucunda altın şamdanda amber mumlar yanan, billur bardaktan misk şerbetini içerek kuş tüyü yatağında, tatlı uykusunun içinde ilk aşkının rüyalarını gören güzel kızı esir edecekler.

Benim içimi kurt gibi yiyip kemiren bu korku ve endişe her saat, her dakika büyüye büyüye bir kıskançlık, bir kin haline gelmişti. Ben her akşam bu kızın duvarları altında serseri bir gölge gibi dolaşıyordum; her ne vakit, her nerede onlardan birisinin görecek olsam kaplan gibi üstüne atılmak onu dişlerimle, tırnaklarımla parçalamak istiyordum.

Bir gün yüreğimde bir sıkıntı vardı; içim içime sığmıyordu; bastonumu aldım; Kepez yolunu tuttum. Epeyce ilerledim; arkamdan bir ses duydum; baktım: Bir al atın üstünde avcı urbalı sevimli bir delikanlı yanıma yaklaşınca “Ey genç, uğurlar olsun. Ne tarafa gidiyorsun?” diye sordum. Atının dizginini çekti, durdu: “Kırkgöz’e gidiyorum” dedi. Ahu avına gittiğini anladım; canım sıkıldı. Biraz sertçe yüzüne baktım. Acı bir sesle Kırkgöz, evet, zeytin ormanlarıyla yeşillenmiş, havasına kekik otlarının ıtırları yayılmış bir yer, bir cennet gibi yeşil sularında sabahın pembe güneşleriyle açılmış beyaz nilüfer çiçekleri meltem rüzgârlarıyla oynar; çimenlerinde bakirelerin baygın gözlerine benzeyen menekşeler süzülür; ağaçlarının dallarında sevdalı şairlerin hayallerini andıran kelebekler canlı çiçekler gibi uçar; en büyük sanatkâr olan tabiat altın telli rebabıyla aşk efsaneleri çalar; herhangi bir yerine bakılsa gizli ve ilahi bir güzelliğin füsunlar. Burada ahu avına çıkmak güzeldir. Lakin, ey delikanlı, bugün senin gideceğin yer burası değildir: Bugün ahu avına çıkmak zamanı değildir!” dedim.

Delikanlı taaccüple yüzüme baktı: “Nereye gitmeli; ne avlamalı? Diye sual etti. Ben ona parmağımla Antalya’yı gösterdim: İşte buraya gitmeli; avcılığı burada yapmalı. Zira Roma’nın kartalları Türk’ün güvercin ruhunu pençelemek için buraya gelmiştir. Onun kayalarının üstüne yuvalarını yapmıştır. Eğer sen gözlerinin keskinliğine, parmaklarının kuvvetine güveniyorsan, havada uçan kuşları yerlere indirecek kadar mâhir bir avcı isen bunları vur!” dedim. Ve şehirde gelip beni bulacak olursa kendisine vereceğim bir şey olduğunu söyledim.

Faziletli delikanlı benim sözümü dinledi; atının başını çevirdi; mahmuzladı tozu dumana katarak dörtnala Antalya’ya doğru uçup gitti.

Bir gün bu delikanlı benim yanıma sekiz avcı arkadaşıyla geldi. Dikkat ettim: Gözleri şimşekliydi; anladım ki kalbine koyduğum kıvılcım ruhunu tutuşturmuş; alevleri gözlerinden çıkıyor. Aynı kıvılcımı sekiz arkadaşının kalplerine de koydum. Bunlara. “Kırkgöz’ün suları kadar sâf fakat Akdeniz’in dalgaları gibi olunuz” dedim. Gecelerin kuşları gibi uyanık, göklerin yıldızları gibi çevik olmalarını tembih ettim ve kendilerine dokuz zehirli ok verdim”. “Bunları bana bir ihtiyar kahraman vermişti; ben de size veriyorum. Size bu oklarla semanızın altına gelmiş olan, Türk’ün güvercin ruhunu pençelemek isteyen o kartalları kalplerinden vurunuz kanatlarından kalemler ve mızraplar yapınız. Kanlarını topraklarınıza akıtınız. Ben Antalya’nın güllerinin bu yırtıcı kuşların kanlarıyla açılmasını isterim. İsterim ki bu çiçekler, Antalya’nın kızlarının, sizin nişanlılarınızın göğüslerini süslesin ve kendilerinin en güzel bir süsü olsun” dedim. Hepsinin alınlarından öptüm. Ertesi gün Antalya’dan ayrıldım ve başka bir diyarın yolcusu oldum.

[1] Bu çeviri-yazı Türk Yurdu dergisinin, Yıl 10, S. 4, 15 Haziran 1339/15 Haziran 1923, s. 97-99. sayfalarında, yazarı belli olmayan, “Antalya: Antalya Gençlerine” başlığıyla yayınlanan Osmanlı Türkçesi bir yazının günümüz harfleriyle yayınlanmasından müteşekkildir, (Yhn).

[2] Prof. Dr.; Süleyman Demirel Üniversitesi İİBF Öğr. Üyesi; ademefe@sdu.edu.tr