Antalya’da Ahiliğin İzleri

Seyyah İbn-i Battuta’nın 1333’te kendilerine bizzat misafir olduğu Antalya ahilerine ilişkin gözlemleri dönemin ahilerine ilişkin önemli bilgiler sunmaktadır. Seyyah tarafından XIV. yüzyıl başında Antalya’da var olan Ahilere ilişkin sunulan bilgiler bu topluluğun önceki yüzyıl içerisinde de Antalya’da etkili olabilecekleri ihtimalini ortaya koymaktadır.

Nitekim, Antalya’da XIII. yüzyılda Ahilerin bulunduğuna dair en önemli delil Anadolu Selçuklu Sultanı I. İzzeddin Keykavus’un Antalya’yı ikinci kez fethedip tahkim ettikten sonra, şehrin kale ve limanındaki hizmet faaliyetlerini düzenlemek üzere hazırlanan 1216 tarihli bir vakıfname de görülmektedir.

Bu vakıfnamede şahitler arasında Kayseri kökenli Ahi Eminüddin Mahmud bin Yusuf’un adı zikredilmektedir. Bu vakıfname esas alındığında XIII. yüzyılda Ahilerin Antalya’da bulundukları ve aktif olarak faaliyet yürüttükleri anlaşılmaktadır.

Bugün Antalya’da hala ayakta kalmış bulunan Ahi Yusuf Camii ve Ahi Kızı Mescidi de bu bulguları oldukça kuvvetlendirmektedir. Ahi Yusuf hakkında çok fazla bilgi bulunmamakla birlikte, Selçuklular zamanında yaşamış bir ahi şeyhi olduğu düşünülmektedir.

XIII. yüzyılda Antalya’nın sosyal tarihinin başta Türkler olmak üzere Rumlar, Yahudiler ve liman bölgesinde ticari faaliyetlerde bulunan diğer Hıristiyan milletler vasıtasıyla şekillendiği anlaşılmaktadır. Öte yandan Mevlevilik ve ahilik gibi iki farklı tasavvufi topluluğun da Antalya’da bulunup sosyal yaşamı şekillendirdikleri düşünülmektedir.

Antalya’da halk surlarla birbirlerinden ayrılmış mahallelerde oturmakla beraber, Müslümanların bulunduğu kısımda cami ile medresenin yanı sıra çok sayıda hamam ve döneme uygun bir şekilde düzenlenmiş çarşılar bulunmaktaydı. Müslüman Türk toplumlarında şehirlerin düzenlenişi genellikle bir merkez ve merkezde cami, medrese, hamam şeklinde olup çevresinde çarşıların olduğu bilinmektedir. Ahilik teşkilatı meslek birlikleri genelde merkezdeki bu çarşılarda yer almıştır. Dolayısıyla Antalya’da Ahilik teşkilatının izlerinin XIII. yüzyıla kadar uzandığı düşünülmektedir.

Antalya’da Ahikızı Mescidi mahallesi, bilinen ilk ahi mahallelerindendir. Ahi Kızı adına Antalya’da kendi isimini taşıyan mescid ve türbe de inşa edilmiştir. Ahi Kız türbesi, Tophane merdivenlerinden Kaleiçi’ne inilince; doğu yönünde uzanan Aydoğdu Sokak üzerinde, Ahi Kızı Camisi’nin tam karşısındaki bir evin bahçesinde yer almaktadır.

Yine Antalya merkezde 1249-50 yıllarında Ahi Yusuf’un kendi adını taşıyan bir mescid halen ayaktadır. Türbesi ise Kaleiçi’nde Mermerli Parkı’nın doğusunda yer alan Ahi Yusuf Camisi’nin hemen arkasındadır. Ahi Yusuf Cami’nin yapımı için yazılmış olan kitabede: “Bu mübarek cami (nin yapılması) 647 (1249-50) senesi aylarında emredildi.” yazmaktadır.

Korkuteli’de Hıdıroğlu Ahinin de, muhtemelen Kanuni zamanında kendi adıyla bilinen camiin yanına allı oda ve bir dershane yaptığı ve kendisini buraya müderris tayin ettiği bilinmektedir.

XIII. yüzyılda Alanya ise sosyal tarih açısından Antalya’dan biraz farklılık arz etmektedir. I. Alaeddin Keykubat Alanya’yı fethettikten sonra ülkesinin her köşesinden pek çok insanı buraya iskân etmiştir. Şehre bilgin ve zanaatkârları davet ettiği gibi, etraftaki verimli arazilere Türkmenlerin yerleşmesine izin vermiştir.

I. Alaeddin Keykubat’ın bölgedeki diğer fetihleriyle de Alanya-Manavgat bölgesi hızla Müslümanlaşmaya ve Türkleşmeye başlamıştır. Özellikle 1333 yılında Alanya’ya gelen İbn-i Battuta da Alanya ahalisinin tamamen Türkmenlerden oluştuğunu belirtmektedir. Ayrıca Kahire, İskenderiye ve Suriye’den tüccarların ticaret yapmak için Alanya’ya geldiklerini de bildirmektedir. Mısır, İskenderiye ve Şam tüccarları Alanya’ya gelerek, bölgede bol bulunan keresteyi Mısır bölgesine ihraç etmişlerdir.

Bu bilgilerden, Alanya’da yoğun bir şekilde ticaret yapıldığı anlaşılmaktadır ve Antalya gibi bir ticaret merkezi olan bu kentin kozmopolit bir yapıya ve renkli bir sosyal yaşama sahip olduğu anlaşılmaktadır.

İbn-i Battuta’nın ağzından Antalya bölgesinde Ahilik Teşkilatı

Tekeoğulları Beyliği devrinde Anadolu seyahatine çıkıp Alanya’nın ardından Antalya’ya geçen Arap seyyahı İbn-i Battuta, 725 (1325) Hicri yılındaki bu seyahatinde ahilerle ilgili gözlemini şu şekilde anlatır:

“Antalya’ya geleli henüz iki gün olmuştu ki, bu ahilerden biri Şeyh Bedreddin-i Hamavi’nin yanına gelerek onunla Türkçe bir şeyler konuştu. O zaman hiç Türkçe bilmiyordum. Gencin sırtında eski ve yıpranmış bir elbise, başında da keçe külah vardı. Şeyh bana, ‘Bu adamın ne dediğini biliyor musun?’ diye sordu. ‘Ne sorduğunu anlayamadım’ dedim. ‘Seni ve arkadaşlarını yemeğe davet ediyor’ demesiyle hayrete düştüm ama o an için teklifi kabul etmek zorunda kaldım.

Ahi çıkıp gittikten sonra şeyhe, ‘Görünen o ki bu adam fakirdir. Bizi ağırlamaya gücü yetmez. Kendisini rahatsız etmek istemeyiz’ dedim. Bunun üzerine şeyh tebessüm etti ve ‘Bu konuda tereddüt etmene hiç gerek yok. Seni davet eden kişi ahilerin reislerinden biridir. Kendisi kunduracıdır ve cömertliğiyle tanınmıştır. Yöredeki sanat sahiplerinden aşağı yukarı iki yüz arkadaşı vardır. Bunlar onu reis seçtiler ve bir zaviye inşaa ettiler. Şimdi gündüz kazandıklarını gece sarf etmektedirler’ cevabını verdi… Onların oturma salonlarına girince bize pek bol, çeşit çeşit yiyecekler, meyveler, tatlılar ikram ettiler. Ondan sonra da türkülere oyunlara giriştiler. Bunların davranışları, ikramları hayretimizi bir kat daha arttırmış bulunuyordu. Böylece geçen saatlerden sonra geç vakit onları tekkelerinde bırakarak ayrılmış idik…”

İbn-i Battuta Antalya’da konuk olduğu Harraz zaviyesi ve esnafıyla ilgili gözlemlerini ise şu şekilde aktarır:

“Ahiler Anadolu’da yerleşmiş bulunan Türkmenlerin yerleştikleri her vilayette, her şehirde ve kentte bulunmaktadırlar. Memleketlerine gelen yabancılara yakın ilgi gösterirler. Öte yandan bulundukları yerlerdeki zorbaları yola getirir, herhangi bir sebeple bunlara ilhak eden kötüleri ortadan kaldırırlar. Bunların dünyada eşi ve benzeri yoktur. Orada ahi, evlenmemiş, bekar ve sanat sahibi gençlerle diğerlerinin bir cemiyet kurarak kendi içlerinde seçtikleri bir kimseye denir. Bu cemiyete de Fütüvve adı verilir. Reis seçilen kimse bir zaviye yaptırarak içini halı, kilim, kandil ve diğer lüzumlu eşyalarla donatır. Arkadaşları gündüz çalışarak kazandıklarını ikindiden sonra getirirler. Bu para ile meyve, yiyecek ve zaviyede sarf olunan ihtiyaç mallarını satın alırlar. O gün zaviyeye bir misafir gelirse, zaviyelerine misafir ederler ve alınan şeyleri ona ziyafet çekerler. Bir misafir gelmediği zaman ise yine toplanıp yemek yerler. Arkasından raks ederler, nağmeler söylerler. Dünyada bunlardan daha iyi insan görmedim. Gerçi Şiraz ve İsfahan ahalisinin davranışları biraz ahi tayfasını andırıyor ama ahiler yolculara daha fazla ilgi ve saygı göstermektedir. Sevgi ve kolaylıkta da Şiraz ve İsfahanlılardan daha ileri düzeydedir…”

Battuta bu topluluğun bekarlardan oluştuğunu söylese de, seyahatnamesindeki diğer bilgilere bakıldığımda bunlar arasında evli olup hükumet erbabıyla iyi ilişkiler kuran ve yüksek mevkilere gelmiş olanların da bulunduğu anlaşılıyor. Anarşi baş gösterdiğinde ise ahiler şehir idaresini ele alıp merkezi idare kuruluncaya kadar güvenliği sağlıyorlardı.

Battuta ahilerin ne kadar misafir canlısı şu sözlerle anlatmaya devam ediyor:

“Ahilerin yabancılara yönelik bu dostane tutum ve davranışları, şahsıma yönelik içten ikramları beni hayretler içinde bırakmıştı. Beldeye geldiğimiz saatlerde, biz çarşıdan geçerken bazı kimseler dükkânlarından çıkıp hayvanlarımızın dizginlerine yapıştılar. Bir başka gurup ise bunlara engel olmaya kalkıştı ve bu yüzden aralarında kavga çıktı. Hatta bazıları birbirlerine bıçak çekmeye bile kalkıştı. Ne söylediklerini anlayamadığımız için müthiş bir korkuya kapılarak, bölgede yol kesicilik yapan Germiyanlılarla karşılaştığımızı, bu şehrin onlara ait olduğunu ve mallarımızı elimizden almaya çalıştıklarını zannettik.

Ortalıkta tam bir kargaşa yaşanıyordu. Tam bu sırada Cenab-ı Hak bizi Arapça bilen bir hacıya rast getirdi. Ondan, bu kişilerin bizden ne istediklerini sordum. ‘Korkmayın’ dedi. ‘Bunlar ahilerdir. Sizi ilk karşılayanlar Ahi Sinan’ın, diğerleri ise Ahi Duman’ın yoldaşlarıdır.  Her iki grup da kendi zaviyelerine inmenizi istiyorlar.”

Yine Battuta, ahilerin misafirlerine yönelik ziyafet ve ikramlarına ilişkin şu övgüleri düzüyor:

“Cenab-ı Hak cömert ve hamiyet sahibi olan, yabancılara şefkat ve merhameti esirgemeyen, misafirlerine iyilikle muamele ederek muhabbet gösteren şu taifeyi daima hayırla mükâfatlandırsın. Allah bütün ahilerden razı olsun. Bilinmelidir ki, onlardan herhangi birinin zaviyesine adım atan bir yabancı, en sevdiği yakınının yanına gelmiş gibi mutlu, huzurlu ve güvende olur.”

Prof. Dr. Mustafa Zihni TUNCA