Zordur Spor Yazarı Olmak

Geçtiğimiz günlerde köşe yazarı olmanın zorluğunu yazmıştım. Benim gibi eski gazeteci olan bir dostum aradı, “Eksik yazmışın” dedi ve ekledi:

“Maç izlemeden, maç yazısı yazan spor yazarlarından bahsetmemişsin.”

“Tamam” dedik dostumuza, yazalım bakalım…

Yıllar önce, futbolun sadece ‘yirmi iki kişinin top peşinde koşması’ olarak tanımlandığı ülkemizde nasıl olduysa Jupp Derwall diye bir adam Galatasaray’a teknik direktör olarak gelmişti. Derwall’in gelişine bizler ne kadar şaşırdıysak, Derwall de ülkemizde oynanan futbola şaşırmıştı. Toprak sahada, kumlarla kaplı alanlarda oynuyorduk. Çim sahaları ise TV’den Avrupa’da oynanan maçlarda görüyorduk.  Takımlarımız Avrupa’da esamesi okunmuyordu, milli takımımız ise evlere şenlikti!

Derwall Galatasaray’a iddialı gelmişti. Ancak, işler iyi gitmiyordu. Eskişehir maçında Galatasaray 3-0 mağlup ayrılmıştı. Ortalık karışmış, Galatasaray taraftarlı futbol takımının önünü kesmişlerdi. İşte o zamanlarda, futbol yazarlarımız çok yoğun eleştirilerle, Derwall’in futbol bilgisini sorguluyorlardı. İşin ilginç tarafı, o maçı türbinden izleyen, bu satırların yazarı, maç yazısından Derwall’i eleştirmediği için şefinden zılgıt yemiş, şefine ise şu cevabı vermişti:

“Ben Derwall kadar futbolu bilmiyorum ki, eleştireyim! Sonuçta adamın futbol kariyeri ortada…”

İşin ilginç yanı ise, o maçı izlemeyen bazı spor yazarları, sanki türbindeymiş gibi, maç yazıları yazıyor, Derwall’in Alman köylüsü olduğuna kadar acımasızca saldırıyorlardı. Ama aynı spor yazarları o yıl Galatasaray şampiyon olunca, futbol dâhisi ilan ediyorlardı.

O yıllarda neler gördük, neler… Radyodan maç dinleyip, maç yazısı yazanlar; maçı izlemeden veya dinlemeden skora göre yorum yapanlar…

O yıllarda yazılı basının bir taşra, bir de İstanbul baskısı vardı. Taşra baskısı erkenden hazırlanır, kamyonlarla yola çıkardı. Bu nedenle taşra baskısı için maç yazısı, maç bitmeden telefonla gazeteye yazdırıldı. İstanbul baskısı ise gece yarısından sonra hazırlanırdı. İşte o zamanlarda şimdi rahmetli olmuş bir spor yazarıyla Fenerbahçe’nin bir deplasman maçını izliyorduk. Fenerbahçe mağlup durumdaydı.  Spor yazarı abimiz taşra baskısı için maçın 70. dakikalarında yorumunu gazetesine yazdırırken, takımı yerden yere vurmuştu. Ertesi gün İstanbul’a vardığımızda maç yazısının değiştiğini, tüm suçun hakemde olduğunu yazan yeni bir yazısıyla karşılaşmıştım.

Şaşırdım mı? Tabii ki hayır!..

O yıllarda şimdiki gibi şifreli yayın yapan TV’ler yoktu, tek kanallı günlerdi. Maçlar naklen yayımlanmıyor, sadece kulüp izin verirse, TRT yayın yapıyordu. Dolayısıyla, okuyucu veya taraftar (O zamanlar taraftar vardı, şimdi ise müşteri) gazetecinin veya yorumcunun yazılarına göre takımlarını değerlendiriyordu. O nedenle kulüpler bu kişilerle arasını iyi tutmaya gayret sarf ediyordu. Bu gayretten iki taraf da kazanıyordu…

Daha sonra, şifreli kanalların gelmesi sonucu maçların yayımlanmasından sonra mertlik bozuldu. Artık okuyucu veya taraftar maçları izliyor, daha sonra maç yazılarını okumaya başladı. Bu durum, kalemlerin sivri ve keskin olmasını olumlu yönde etkiledi. Her ne kadar zaman zaman eski alışkanlıklarını devam ettirmeye çalışlarsa da, dinleyici veya okuyucu bunları yer mi, bilemiyorum!..

Prof. Dr. Hayrettin USUL